Dikey Tarlalar Hızla Yayılıyor

Nazimi Açıkgöz


 

IPARD Projeleri Tarımımıza Neler Kazandırıyor

 IPARD ifadesi aslında AB’nin aday ülkelere destek amacıyla oluşturulmuş “Katılım Öncesi Yardım Aracının” tanımıdır. Bu fon AB’nin sisteme uyum, işletmelerin birlik standartlarına ulaşması ve kırsalda refahı sağlama amacıyla oluşturmuştur. Söz konusu programı uygulamak üzere 2008 yılında Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesinde Tarım ve Kırsal Kalkınmayı Destekleme Kurumu (TKDK) kurulmuş ve 2011 yılından itibaren fonlar kullanılmaya başlanmıştır. Şimdiye kadar iki periyot 42 ilimizde uygulanan IPARD I ve II Kırsal Kalkınma Programları kapsamında, bugüne kadar 25243 projeye hibe desteği verilmiştir.

2024 yılından itibaren uygulanacak olan IPARD III Programında dönemin en büyük yeniliği ise bugüne kadar 42 ilde uygulanan IPARD Programı’nın uygulama 81 ile genişletilmiş olmasıdır.

IPARD III Programının 2024 yılında yayınlanması planlanan başvuru çağrı ilanları kapsamında desteklenecek projeler ile tarım-gıda ve kırsal kalkınma alanındaki yatırımlara toplam salt 2024 yılında 248 milyon € hibe desteği sağlanması öngörülüyor.

21 Mart 2024 Perşembe günü 66 milyon € bütçeli ‘Tarım ve Balıkçılık Ürünlerinin İşlenmesi ve Pazarlanması ile İlgili Fiziki Varlıklara Yönelik Yatırımlara’ ilişkin 1. Başvuru Çağrı İlanını yayınlanacaktır. Yumurta işleme, yem bitkileri yetiştiriciliği, solucan gübresi üretimi ve tuzlu suda kültür balıkçılığı gibi yeni destek alanları da girişimcilerimize farklı konularda yatırım yapma imkanını sağlayacaktır.

  • 66 milyon € bütçeli Tarım ve Balıkçılık Ürünlerinin İşlenmesi ve Pazarlanması; ile İlgili Fiziki Varlıklara Yönelik Yatırımlar için 21 Mart’ta,
  • 80 milyon € bütçeli Çiftlik Faaliyetlerinin Çeşitlendirilmesi ve İş Geliştirme için haziran ayında,
  • 90 milyon € bütçeli Tarımsal İşletmelerin Fiziki Varlıklarına Yönelik Yatırımlar için temmuz ayında ve
  • 12 milyon € bütçeli Çiftlik Faaliyetlerinin Çeşitlendirilmesi ve İş Geliştirme (Açık Alanda Bitkisel Üretim Projelerine Yönelik Makine Ekipman Destekleri) için ağustos ayında çağrı yapılacak; başvuru dönemleri de sırasıyla mayıs, temmuz, ağustos ve eylül ayları olacaktır.

IPARD III’ün yalnız 2024 yılı çağrıları kapsamındaki hibe ile birlikte 450 milyon € yatırım gerçekleşmiş olacak ve 20 bin kişi civarında istihdam sağlanacağı tahmin edilmektedir. IPARD III Programı ile de 7 yıl içerisinde toplam 785 milyon € tutarında hibe desteği kullandırılmış olacaktır.

IPARD III kapsamındaki yeni alanlarda örneğin yumurta sektöründe zaman zaman arz fazlası yaşanıyordu. Toz ve likit yumurta üretimi yapan tesisleri de artık destekleme listesine alınmıştır. Aynı zamanda belediyelere yönelik kırsal altyapı desteği de devrede. Elektrik, yol ve su gibi alanlarda yüzde 100’e varan oranlarda hibe verilebilmektedir.

Ayrıca kırsal alt yapı yatırımları ve danışmanlık hizmetlerinin desteklenmesi gibi programa yeni dahil edilen sektörler ile yumurta işleme, yem bitkileri yetiştiriciliği, solucan gübresi üretimi ve tuzlu suda kültür balıkçılığı gibi yeni destek alanları da girişimcilere yatırım yapma imkânı sağlayacaktır.

IPARD Desteklerinden yararlanmak için bazı kriterler aranmaktadır. Proje sunarak destek alabilecek olan kişilerin bazı kriterler aranmaktadır: 18-65 yaş arasında olması, vergi sisteminde kayıtlı olması, lise, yüksekokul veya da lisans derecesinde ziraat eğitimi almış olması veya en az 3 yıllık tarım ve hayvancılıkla ilgisinin olması, proje ortamında en az 5 yıl ikamet etmesi, Ulusal Hayvan Kayıt Sistemine veya Ulusal Çiftçi Kayıt Sistemine kayıtlı olması gibi…

IPARD projesinden yararlanan bir örnek: Amasya’nın Suluova ilçesinden F. Özuzma, yürüttüğü proje ile besi çiftliğini 250 büyükbaş kapasitesinde çıkardı. Et kalitesinin AB standartlarına çıkmasıyla piyasa fiyatlarının üzerinde satış yaptığını söyledi.

IPARD projelerinin ilk olarak bu yıl 81 ile yayılması nedeniyle bu proje ile ilgili başvuru noktaları bilinmeyebilir. İlk bilgiler Tarım ve Orman Bakanlığı İl Müdürlüklerinde bulunan IPARD irtibat noktalarından sağlandığı gibi gerekli evraklar da yine oradan sağlanabilir. Sistemin WEB adresi: https//www/tkdk.gov.tr/

Nazimi Açıkgöz

Mantar Ekonomisi

Gıdalarımız açısından mantarlar sebzeler arasında yer alsa da, ne hayvanlar ve ne de bitkiler aleminde değillerdir. Gerçek kök, gövde, yaprak ve çiçek gibi organları bulunmayan klorofilden yoksun, yani fotosentez yapamayan ilkel bir canlı grubudur.

Doğal olarak yetişen bu canlılara tüm dünya coğrafyasında rastlanabilir. Uzun süre doğadan toplanarak yapılan tüketim, kültüre alındıktan sonra bir ivme kazanmıştır. Avrupa’da yıllık tüketim verileri 10 kg/yıl/adam’a ulaşılan ülkelerin yanında Türkiye’de bu rakam 0,6 kg kadardır.

Dünya mantar üretiminin her yıl %7 artış göstereceği tahmin edilmektedir. Düşük yağ ve kolesterol içeriği, bağışıklığı destekleyen lif ve sindirim enzimleri nedeniyle diyet takviye sistemlerinde de fazlaca kullanılmaya başlanmıştır. Tozları, kurutulmuş servisi, salamura, konserve, sosları ve çorbaları ile mantarın gelecekte soframızda daha fazla yer alacağı beklenmelidir. Mantarın zengin aroması, günümüzdeki fiyatı, bunlara ilaveten artan vegan nüfusun et yerine mantar tüketeceği beklentisinden hareketle mantar pazarının beklenenden daha kısa zamanda büyüyebileceği düşünülmelidir. Salt trüf mantarının beş on yıl içinde dünyada 6 milyar dolarlık ticaret hacmi oluşturacağı tahmin ediliyor.

Ülkemizde son yıllarda tüketici bilincinin artmasına bağlı olarak üretimi hızla artan kültür mantarı yetiştiriciliği için Tarım ve Orman Bakanlığı çiftçilerimizin bilgi ve becerilerini artırarak gelir seviyelerini yükseltmek ve üretimde ürün artışı, ürün kalitesi ve standardını yükseltecek programları uygulamaya başlamıştır. İl Müdürlükleri Halk Eğitim Birimlerinin iş birliği çerçevesinde ve talepler doğrultusunda eğitimler düzenlemektedir. Ayrıca modern sabit yatırımlar içerisinde mantar işletmelerine %50 hibe desteği verilmektedir.  


Mantarın çok eski zamandan beri bilinen bir besin maddesi olmasına rağmen, kültür bitkisi olarak yetiştirilmesinin ilk olarak 16. yüzyılda gerçekleştirildiği biliniyor. Ülkemizde 1960’larda üretime başlayan mantarın tüketiminin artışında 1970’lerde Korkuteli’nde başlayan aile işletmeciliğinin yaygınlaşması ve neredeyse tüm ülkeye yayılması etkili olmuştur.  Pazarların, manavların yanında zincir market raflarında da yerini almış olması, mantar tüketiminin artacağının bir diğer göstergesidir. Aile işletmeciliği için ilk sorun olan mantar üretim materyalinin (misellerin-sporun mantar tohumuna dönüştürülmüş hali) online satış firmalarınca dahi pazarlanması, hatta zirai ilaç bayilerinde dahi satılabilir olması üretim artışına etki edecektir.

Dünyada 2022 yılında üretilen 20 milyon ton mantarın %58’inin kültür, %18’inin şitake ve %14’ünün istiridye mantarı olduğun bilinmektedir. Bu üç türün yetiştirildiği ortamları çok farklıdır.  İstiridye mantarı saman, şitake odun (ve talaşı), kültür mantarı da özel kompost ortamında yetişmektedir. Mantarcılık sektöründe kompost ticari bir alt sektör olarak gelişmiştir.

Ülkemizde doğadan toplanan bazı yörelerde kendine özgü birçok mantar çeşidi bilinmektedir. İsimleri yöresel olarak değişse de Kanlıca, Kuzugöbeği-Höbelen, İmparator-Gelincik, Çörek-Pestik, Geyik-Tirmit, Geyik Sütü, İstiridye-Kayın, Borazan, Kıvırcık, Bal, Sığırdili, Şitake-Kara Orman, Biftek, Kükürt, Cincile mantarları öne çıkmaktadır. Ayrıca Keme veya Dolaman mantarları da coğrafyamızda yer almaktadır. Bunların dünya piyasasında çok pahalı olarak bilinen Trüf mantarına şekil olarak çok benzemesi yanılgılara neden olmaktadır.  Trüf mantarı ağaçsı ortamlardaki mikroorganizmalarla ortak yaşam gerektirirken, Dolaman mantarları otsu ortamlardaki mikroorganizmalarla ortak yaşam sürdürmektedirler. Tarım ve Orman Bakanlığınca Trüf mantarının kültüre alınması ve üretiminin ülkemizde artırılması çalışmaları sürdürülmektedir.

Mantar üretimi emek yoğun bir iştir. O nedenle orta işletmelerde üretimde otomasyon gereksinimi özellikle batı ülkelerinde öne çıkmıştır. Kontrol sistemleri, büyümelerin takibi, toplama, dezenfeksiyon, sınıflandırma, paketleme-ambalajlama gibi rutin insan emeği gerektiren işlemlerin kameralarla robotlarla gerçekleştirilmesi hiç de gecikmedi. ABD’de 2020 yıllarında kurulan bu tip işletmeler maliyetleri düşürmüş, böylece mantar üretiminde yeni teknoloji devreye girmiş oldu. Doğal olarak bu tip atılımlar daha da ilerleyecek ve özellikle aromalı türf mantarı yan ürünleri daha geniş piyasalara ulaşılabilecektir: Beyaz veya beyaz türf aromalı zeytinyağı, beyaz türf mantarlı acı sos, trüf yağ gibi…     

Nazimi Açıkgöz

AB Yeşil Mutabakatında Sancılar

AB Aralık 2019 tarihinde açıkladığı Avrupa Yeşil Mutabakatı (AYM) ile 2050 yılında iklim-nötr ilk kıta olmayı hedeflemiştir. Buna ulaşmak için yeni bir stratejisi benimseneceği ve tüm politikaların iklim değişikliği doğrultusunda yeniden şekilleneceği bir gerçek. Tarımdan sanayiye, enerjiden ulaştırmaya uzanan bir dizi alanda AB politikalarında temel değişiklikler öngören Yeşil Mutabakat, AB’nin en büyük girişimlerinden birisidir[1].

AB’nin iklim krizine karşın gerekli tedbirleri alması için nedenler oldukça fazladır. Örneğin 2022 yazında bazı ülkelerde 500 yılın en kötü kuraklığı yaşanması[1]; mısır, soya fasulyesi gibi ürünlerde %30 a varan verim kaybı; Güney doğu ülkelerinde çiçeklenme dönemindeki aşırı sıcaklar ve kurak dönemi nedeniyle verim kayıpları; başta elektrik olmak üzere, su ve diğer üretim girdilerinde büyük bir artış yaşanması hatta girdilerden bazılarında fiyatlarda %300 aşan artışlar…

AB iklim, enerji, arazi kullanımı, ulaşım ve vergilendirme politikalarının 2030 yılına kadar 1990’daki seviyesine kıyasla %55 emisyon azaltımı sağlanacak şekilde gözden geçirilmesi için “55’e Uyum” mevzuat değişikliği paketi Avrupa Komisyonu’nca 14 Temmuz 2021’de yayımlanmıştır.

Avrupa daha geçen yıl organik beslenme adına, önümüzdeki yıllarda uygulanmak üzere bir seri kararlar almıştı[2]. Tabi bu kararlarda CO2 emisyonlarının ortadan kaldırılması, enerji verimliliğinin geliştirilmesi gibi hedefler de vardı. Bu kararlar: 2030 yılına kadar kimyasal pestisit kullanımının %50 azaltılması, 2030 yılına kadar gübre kullanımının en az %20 azaltılması, 2030’a kadar organik tarım alanlarında %25 ve organik su ürünleri yetiştiriciliğinde belirli bir artışın olması vb.

Ne var ki iklim krizi ve savaşın da etkisi ile, Polonya, İspanya ve Macaristan söz konusu “Tarladan Çatala” yönetmeliklerinin değiştirilmesi doğrultusunda harekete geçtiler. AB’de gıda güvenirliği doğrudan tehdit altında olmasa da Avrupa Birliğinin kuşkusuz karmaşık bir dönem geçirdiği bir gerçek.  COVID-19’un devam eden etkileri, dünya gıda, enerji ve gübre piyasalarında fiyat şokları yanında bazı hammaddelerin kıtlığına yol açan mevcut jeopolitik durum da inkâr edilemez. Yüksek enflasyona ilave olarak patlak veren Kovid-19 krizi ve Rusya-Ukrayna savaşı AB’yi negatif etkiledi. Son 2 yıl içerisinde 7 milyon civarında sığınmacı Avrupa ülkelerine sığındı. Rusya’ya karşı AB tarafından uygulamaya konulan ekonomik yaptırımlar ve doğalgaz akışının kesilmesinden kaynaklanan sanayi üretim kapasitesinin gerilemesi nedenleriyle olumsuz ekonomik etkiler daha da arttı ve ekonomik durgunluk baş gösterdi.

Yeşil mutabakat çerçevesinde AB üyesi devletlerin ekolojik geçişi, tarım ilacı ve gübre kullanımının azaltılması, organik tarımın geliştirilmesi ve biyolojik çeşitliliğin korunması çiftçiye yeni yükler getirdi.  Diğer taraftan ikili ticaret anlaşmalarıyla, AB standartları dışında üretim yapan ilkelerden ucuz tarım ürünlerinin ithalindeki artış AB çiftçilerinin öfkesine neden olurken, Fransa’da çiftçiler “iflas ve zorluklar nedeniyle çiftçi intiharı artıyor” iddialarıyla Paris’i adeta işgal etti.  Çiftçi örgüt başkanı: “ÇİFTÇİYE İHTİYAÇ ZAMANINDA KİM YARDIM EDECEK? Şimdiye kadar bu karmaşada bir yardım almadık. Bu nedenle doğrudan çiftçilerin cebine giren yardım talep ediyoruz, yiyeceklerle oynamamalıyız” diyordu.

Protestoların başlıca nedenleri arasında başta iklim düzenlemeleri ve buna bağlı olarak Yeşil Mutabakat görünüyor. Yine iklim kaynaklı tarım politikalarındaki üretici aleyhine değişiklikler, su kısıtlamaları, sübvansiyonların kaldırılması veya azaltılması yönündeki çalışmalar, Ukrayna’dan ithal edilen tahıl ise diğer nedenler.

Görünen o ki, küresel ısınmanın, iklim değişiminin, karbon salınımının baş sorumluları küresel sömürge düzeni, BATI yani küresel sermaye ve onların neden olduğu sorumsuzca sanayileşmeyle tüketim patlaması yaşarken bunun bedelinin çiftçilere ödetmeye kalkmak hatadır[2].  

Çiftçilerin bir diğer itirazları da yeni gen teknikleri[3] ile ilgili yasal düzenlemelerdi. Çiftçi   örgütleri, bitki ıslahında yeni yeni devreye giren gen düzenlemelerinin GDO mevzuatı ile aynı kategoride değerlenmesini istiyorlardı. Ne ilginçtir ki tam 7 Şubat 2024’te, Avrupa Parlamentosu 263’e karşı 307 oyla (41 çekimser), yeni gen teknikleri hakkındaki Komisyon teklifini kabul etti. Olumlu oy, iklime dayanıklı, zararlılara karşı dayanıklı, daha yüksek verim verimli daha az gübre ve ilaç gerektiren yeni bitki çeşitlerinin ıslahına olanak sağlayan yeni gen tekniklerinin bazı koşulları yerine getirerek (GDO dışında tutularak) uygulanması doğrultusunda olmuştur.

Yeşil Mutabakat Türkiye için çok önemlidir. Bu salt AB’nin tarımsal ürün pazarımız olmasından değil, ekonomiden sosyal hayata tüm yaşamımızda dünya standartlarına paralelleşme beklentisi.  O nedenle ABde mutabakatın arka planıyla kamuoyuna iyi anlatılması kaçınılmaz.

Avrupalı çiftçilerin başkaldırıları ile yeşil mutabakatın uygulamasında zaman ertelemelerini beraberinde getireceği beklenebilir.  Örneğin Fransız tarım bakanının gübre kullanımındaki sınırlamaları 2030’un ötesine alınabileceği konusundaki henüz doğrulanmayan gazete haberleri gibi…

Nazimi Açıkgöz


[1] Avrupa Yeşil Mutabakatı (ticaret.gov.tr)

[2] https://www.dunya.com/kose-yazisi/tarimda-sistem-degisimi-sahaya-yansimaya-basladi/719350

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2020/10/11/kimya-nobel-odullulerinin-bulgu-sonuclari-coktan-market-raflarina-ulasti/

Ata-Atalık Tohum Kavramları   

Nazimi Açıkgöz


[1]https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2022/10/23/tarimda-hibrit-kavrami/

[2]https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2022/08/13/turkiye-tohumculukta-bolge-lideri-olabilir/

[3]https://nacikgoz.wordpress.com/2012/07/03/ciftci-tohum-satamaz

Canlılar Patentlenebilir mi?

Patent, bir buluşun sahibine belirli bir süre için özel haklar veren bir belgedir. Patent, yeni ve sanayide uygulanabilir buluşlar içindir. Patent başvurusu ilgili kuruma gerekli evrakları sunarak gerçekleşir. 

Canlılarda İlk Patent

Dünyada ilk patentlenen canlı, 1980 yılında ABD’de bir bakteri türüydü. Petrol kirliliğini temizlemek için genetik olarak değiştirilmiş bu bakteri sahibine belirli bir süre için özel haklar sağlamakla kalmadı, aynı zamanda  canlıların patentlenebilmesinin önünü açtı.

Canlılarla İlgili Türkiye’de İlk Patent

Ülkemizde patentlenen ilk ve tek biyoteknoloji buluşu, Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Nesrin Özören’in geliştirdiği bir kanser aşısıdır. Bu aşı, vücudun bağışıklık sistemini kanser hücrelerine karşı savaşmaya teşvik ediyor. Söz konusu aşı Dünya’da ilk ve tek olan ASC mikrokürecik teknolojisiyle oda sıcaklığında 30 gün dayanabilen aşı modeli ile geliştirilmiştir (patent: TR 04773 B ve PCT/IB2013/053079).

Yeni bitki çeşitleri ile ilgili ıslahçı hakları  

Bitkilerde patent olayı, bitki ıslahçıları tarafından ıslah edilen yeni genotiplerin yani yeni çeşitlerin korunması amacıyla geliştirilmiş bir sistemdir. Tescil diye tanımlanan bu işlemle, yeni çeşidin üretimi, satışı ve ticari kullanımından doğacak tüm haklar, fikri mülkiyet hakkı, ıslahçı hakkı veya royalite adı altında ıslahçısı şahıs, kuruluş veya firmaya tahsis edilmiş oluyor.

Islahçı Hakları Ne Zaman Dile Getirildi

Daha 19. yüz yılda ıslah edilen bitkilerde ıslahçısının bir hakka sahip olması gerektiği fikri öne sürülmeye başlamıştı. Fakat o yıllarda ABD’de, üniversite ve kamu araştırma kuruluşların geliştirdikleri çeşitlerden herhangi bir gelir beklentisi öngörülemezdi. Çünkü bitki ıslahı yapan üniversiteler ve araştırma kuruluşları kamu görevi yapıyorlardı. Ne zamanki özel sektör bitki ıslahına el atıp yeni çeşitler geliştirmeye başladılar, işte o yıllarda (1930) çelikle (tohumla değil!) çoğaltılan krizantem gibi çiçekler için “BİTKİ PATENT YASASI” çıkartılmıştır.  1952’ye gelindiğinde ise tohumlu bitki çeşitleri için “BITKİ ÇEŞİTLERİNİ KORUMA YASASI” çıkartıldı. Burada olay, geliştirilen yeni bir genotipin ıslahçısı adına tescilidir.  Tescille ilgili bir seri koşul yerine getirilirken, yeni çeşit ıslahçısına bir seri avantaj sağlıyordu. Örneğin o çeşidin, bir başkası tarafından tohumluk veya üretim materyali olarak pazarlanamayacağı gibi… Bu haklar “ıslahçı hakkı” (royalite) olarak bilinir.

Gelişen teknolojiler güncel hayata, dile, doğal olarak hukuka da yeni kavramlar kazandıracaktır. Önce tohum teknolojisinde sonra da tarımsal biyoteknolojide yakalanan başarılar, hızla artan nüfusun beslenebilmesinde anahtar rol oynamıştır. En çarpıcı rakam, 1920’lerde 200 kg/da olan mısır veriminin 2020’lere gelindiğinde 800 kg/da’lara ulaşmasıdır[1]. Burada genetik biliminin bitki ıslahçıları tarafından başarı ile kullanımı büyük rol oynamıştır.

Biyoteknolojide Patent Devri

1990’larda biyoteknolojinin de devreye girmesi ile daha evvel bitkinin kendi çevresinde bulunmayan genler başka türlerden transfer edilerek (GDO = Genetiği değiştirilmiş organizmalar) hayatımıza girmiştir. 2020’lerde dünya transgenik (GDO’lu) ürün ekim alanı 190 milyon hektara ulaşırken (toplam ekim alanlarının %15’i) ticari tohum pazarının %36’sı bu kategoriye aittir. Transgenik çeşitlerle on binleri bulan tarımsal biyoteknoloji patentleri alınmıştır.

Türkiye’de ıslahçı hakları yasasının uygulanışı

2004 yılında5042 Sayılı “Yeni Bitki Çeşitlerine Ait Islahçı Haklarının Korunmasına İlişkin Kanun” ve 17 Mart 2007 tarihli 5601 sayılı kanunla UPOV sözleşmesi TBMM tarafından kabul edilmiştir. Böylece yurtdışında geliştirilen bir çeşidin izinsiz olarak ekimi-dikimi engellenebilecek, diğer bir ifade ile ıslahçı hakkı ödemeleri garanti altına alınabilecektir. Böylece yüksek performanslı yabancı bir çeşit Türkiye’de de ekilebilecektir. Diğer taraftan yerli bitki ıslahçıları da geliştirdikleri yeni çeşidin sağladığı artı değerden yurt içinde ve yurtdışında ferdi (resmi araştırma kurumlarında ıslah yapanlar!) ve kurumsal olarak yararlanabilecektir. Bu uygulamalar sayesinde ıslahçılar geliştirdikleri çeşitlerin gelirleri ile yeni çeşitlerin ıslahı için kaynak elde etmekte, yetiştiriciler ise bu sayede hastalıklara daha dayanıklı, daha kaliteli daha güvenli ve daha verimli yeni çeşitlere kavuşabilmektedir. Bitki çeşitlerinin korunması sistemiyle, bu özelliklerin geliştirilmesi teşvik edilmekte ve çeşitleri geliştiren ıslahçıların hakları da bu sistemle korunmaktadır. Aynı zamanda ıslahçı hakkı tahsili, küçük çiftçi istisnası, koruma süreleri gibi detaylar bu yasa ve ilgili yönetmeliklerde yer almaktadırlar. Bugüne kadar ülkemizde 56 bitki türünde, 494 bitki çeşidi için başvuru yapılmış binlerce çeşit koruma altına alınmıştır.

Patentin Kötüye Kullanımı

Islahçı hak ihlalleri, hakların ilk yasalaştığı ABD’de başlamıştır[2]. 1930 yılında yürürlüğe giren BİTKİ PATENT YASASI ağırlıklı olarak vejetatif üreyen krizantem, gerbera, karanfil, gül gibi kesme çiçeklerle ilgili uygulamalara yönelikti. Konunun daha kolay anlaşılması için hemen ülkemizden bir örnekle yola çıkalım: “Islahçı hakları” ile ilgili olarak tüm düzenlemelerin yapılmasını takiben uluslararası örgütlere de üye olunmuş ve böylece koruma altına alınmış tescilli çeşitlerin royalite sözleşmeleri gerçekleşmeden, üretim ve ticaretinin yapılamayacağı benimsenmişti. Fakat her sektörde görülebilen “yasa ihlallerine” tarımsal üretim ve ihracatında da rastlanmaktadır. Nitekim AB’ye ihraç amaçlı kesme karanfil yüklü dört Türk tırına Macaristan gümrüğünde, gerekli lisans ve üretim sözleşmesine ait belgeleri ibraz edemediği için el konulmuştur. Çünkü uluslararası koruma altına alınan yani tescilli bir çiçek, ülkemizde izinsiz üretilip ihraç edilmeye çalışılmıştı.

Doğal olarak kötüye kullanım, patent hakkının ihlali gibi durumlar, ulusal yasaların yanında uluslararası düzeyde kurulan bir seri örgüt tarafından takip edilmektedir. Söz konusu örgütlerin başında şu kuruluşlar öne çıkmaktadır: U P O V (Uluslararası Yeni Çeşitleri Koruma Birliği), WIPO (Dünya Fikri Mülkiyet Hakları Organizasyonu), TRIPS (Ticari Fikri Mülkiyet Hakları Organizasyonu), CPVO (AB Topluluk Bitki Çeşitleri Ofisi) ve PVPO (Bitki Çeşitlerini Koruma Ofisi) gibi…

Nazimi Açıkgöz (whoIam: https://l24.im/4lm5Io)


[1] https://hasatturk.com.tr/2023/02/yesil-devrim-dunyayi-acliktan-kurtardi/

[2] Açıkgöz N, (2012) Bazı Çarpıcı Islahçı Hakları Dava Örnekleri. Terazi aylık Hukuk Dergisi (76), 54-57

Üniversitelerden Beklentilerimiz

Toplum, üniversitelerden araştırma konusunda öncelikle çözüm önerileri sunan, gerçek dünya problemlerine odaklanan ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilen araştırmalar bekler. Ayrıca bu araştırmaların etik, sürdürülebilir ve toplumsal fayda sağlayacak şekilde yürütülmesi de önemlidir. Toplum ayrıca araştırmaların sonuçlarının açık, anlaşılır ve erişilebilir olmasını da bekler. Ayrıca, üniversitelerden kaliteli eğitim, toplumsal sorumluluk, toplumla etkileşim, iş birliği, çevre dostu ve sürdürülebilir kalkınmaya katkı içinde olmasını da beklenir. Bu beklentilerin karşılanması için üniversitelerin multidisipliner çalışmalar yaparak toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek araştırmalar gerçekleştirmesi ve bu araştırmaların sonuçlarını toplumla paylaşması önemlidir.

Toplum, üniversitelerden araştırma konusunda öncelikle çözüm önerileri sunan, gerçek dünya problemlerine odaklanan ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilen araştırmalar bekler. Ayrıca bu araştırmaların etik, sürdürülebilir ve toplumsal fayda sağlayacak şekilde yürütülmesi de önemlidir. Toplum ayrıca araştırmaların sonuçlarının açık, anlaşılır ve erişilebilir olmasını da bekler.

Tarımsal açıdan toplum, üniversitelerden çeşitli konularda beklentiler içerir. Toplumun, üniversitelerden tarım ve gıda konusundaki beklentilerine bir göz atarsak, tarımın sürdürülebilirliği, gıda güvenliği, teknolojiler, israfın önlenmesi, gıda etiği ve adaleti konularına yönelmesini bekler. Bunların arasında tarımda verimliliği artırmaya yönelik araştırmalar, sürdürülebilir tarım uygulamaları, iklim değişikliği ve çevre konularına yönelik çözüm önerileri, tarım ürünlerinin kalitesini ve miktarını artırmaya yönelik çalışmalar, tarım teknolojileri ve dijital tarım konularında araştırmalar, tarım sektöründe istihdamı artırmaya yönelik projeler gibi konular da bulunmaktadır. Ayrıca toplum, üniversitelerden tarımsal araştırmaların pratik uygulamalara dönüşebilecek şekilde sonuçlar üretmesini ve bu sonuçların tarım sektörüne ve çiftçilere fayda sağlamasını bekler.

Üniversitelerimizin tarımsal AR-GE konusundaki durumlarına biraz yakından bir göz atalım. Batı üniversiteleri araştırma konularını seçerken ülke gereksinimlerine öncelik verirler. İlginçtir gelişmiş ülkelerin Ziraat Fakültelerinde, yüksek lisans tezlerinin %80’ni direk olarak ülke içindeki sorunlara yönelikken, Türk Fakültelerinde, söz konusu oran %10’ların altında kalmaktadır. Bunun ana nedeni, akademik yükseltmeler için geçerli kıstaslara göre yurt dışı yayınlara verilen önemdir. Yani Türkiye’ye yönelik bir konunun yurtdışında atıf yapılamama endişesi ile tezler ülke ekonomisi ile ilgili konulara yönelmiyor. Bu ve benzeri ekonomik önemdeki durumlardan YÖK’ü haberdar etmek yerinde olacaktır. Halbuki Türkiye’nin ithal ettiği tohum miktarı ile ilgili olarak görüş belirten bir eski YÖK başkanı “bir Türk aydını olarak kendisini çok küçük hissettiğini” dile getirmişti!

Konu yaşam bilimlerinden, tarımdan, gıdadan açılmışken Türk tohumculuğunun üniversitelerden beklentilerine değinmekte yarar olsa gerek. Ama önce bir durum saptaması yapalım:

Tarım ve Orman Bakanlığınca (TOB) 2020 yılında koruma altına alınan çeşitlerden:

  • Tarla bitkileri çeşitlerinin %25’i; meyvelerde çeşitlerinin %49’i; sebzede çeşitlerinin %4’i YERLİDİR.
  • Tahıl gurubunda kullanılan tohumlarımızın %35’i yurtdışı kaynaklıdır ve bunlar koruma altında olduğundan yüksek miktarlarda royalite-ıslahçı hakkı ödenmektedir.
  • Koruma altına alınan çeşidin %42’si yerli, geri kalan %58’i yabancı uyrukludur.
  • Maalesef söz konusu çeşitlerden %0,8’i üç üniversiteye aittir.

Peki Türk tarımına yabancı üniversitelerin katkısına da bir göz atalım: Cordoba üniversitesi zeytin, Regent  üniversitesi ceviz (anaç),   Clemson üniversitesi karpuzve California üniversitesi mandarin tescil ettirilmişlerdir. Yine iki İtalyan üniversitesi (Bologna ve Bari) kiraz ve zeytin çeşitleriyle tarımımızda yer alarak ekonomiye pardon kendi ekonomilerine katkı sağlamaktadırlar.

Şimdi bir de son durumları ile Türk üniversitelerine bir göz atalım. Hemen hemen her ilimize dağılmış 206 üniversite kısa zamanda yukarıda değinilen çeşit sorununa çözüm bulabilir. Bünyelerinde bulundurdukları bitki ile ilgili onlarca bölüm-birimlerinde gerek moleküler bazda ve gerekse fenotipe dayalı gen arayışına başlanılabilir. Tek bir gen farklılığının dahi tescil ettirilebildiği çeşit tescil sistemimizde bu çok cazip bir olgudur. Ve 150 kültür bitki türümüzün her birinde onlarca ilave genotipe-çeşide gereksinimimiz var. Kaldı ki ülkemize her yıl yeni türler geliyor.

Bir örnekle devam edelim. Havuç tarımı yazlık-kışlığı ile belirli yörelerde ekonomik önem kazanmıştır. Tek bir gram yerli tohum kullanamayan çiftçimiz tohumu nereden sağlanıyor dersiniz? Tabiiki yurtdışından. Kabak fidesi ile aşılanan karpuz gibi bitkilerin anacı, iki farklı kabak türün melezlerinden elde edilir.  Ve Türkiye söz konusu anaçların tohumunu da ithal etmektedir.

Türkiye daha önceki yıllarda tescil edilip koruma altına alınan yerli çeşitlerden onlarcasını ağırlıklı komşu ülkelere satmıştır. Burada satılan tohum değil çeşittir. Yani royalite-ıslahçı hakları ile. Bir örnek: Bulgaristan’a 4, Makedonya’ya 3, İspanya’ya 2, Ukrayna’ya 3 ve Rusya’ya da 2 çeltik çeşitleri satışlarını gerçekleştirmiştir[1]. Buradan ülkemizde çeşit ıslahının yapılabilirliğini ve ıslah edilen çeşitlerin yalnız komşularımıza değil, geniş coğrafyaya alıcı bulduğunu anlıyoruz. Şunu da eklemekte yarar olsa gerek. Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkelerinden hiçbiri tarımsal araştırma yatırımlarını Birleşmiş Milletlerin önerisi olan, tarımsal gelirin %1’ini araştırmaya yönlendirmemiştir. Yani yeni Türk çeşitleri için ihracat potansiyeli yüksek olacaktır.

O zaman gelin üniversite olanaklarını daha fazla gen araştırmalarına yönlendirmek üzere basit bir şema oluşturalım:

  • Önümüzdeki yıllar için tür bazında gereksinim duyulacak genotip gereksinimlerini öncelik sıraları ile belirlenmesi;
  • YÖK bünyesinde yönetsel düzenlemelerle ilgili bölümlerin tezlerde ve araştırma konularında ülke gereksinimi olan gen-genotip belirlemeye yönelik çalışmalara öne çıkarılması;
  • Tübitak ve diğer maddi kaynaklarda gene yönelik araştırmalara öncelik verilmesi;

Bitki ıslah yatırımlarında geriye dönüşlere bir göz atarsak, belki konunu önemi daha iyi anlaşılır. Yukarıdaki çizelgede Uluslararası Tarımsal Araştırmalar Örgütünün (CGIAR) buğday, çeltik ve mısır ıslahında verilen harcamaya karşın sağlanan kazançlar yer almaktadır.  

Nazimi Açıkgöz (nazimi.acikgoz@gmail.com) benkimim (https://l24.im/4lm5Io)


[1] Açıkgöz 2023 Tarımımızda ARGE Sistemi Yeniden Yapılandırılmak Zorunda. 4. Tarımda Etik Dernek Kongresi tebliği. Ankara 16-17 Kasım 2023 (http://targetcongress.org)

Kenevirin Geri Dönüşü

Kenevir tarımı 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına girdi. O dönemde kenevir tekstil ve tıbbi amaçlar için yaygın olarak yetiştirilmiştir. İlk olarak 1872 yılında İstanbul’da açılan kenevir işleme fabrikası 1950de kapanmıştır. Taşköprü’deki kenevir fabrikası ise 1913 yılında kenevirin tekstil, ip ve halat gibi ürünler için işlenmesi amacıyla kurulmuş ve bölgede kenevirin ekimi ve işlenmesi için önemli bir merkez haline gelmiştir. Ancak 1960’lı yıllarda kenevirin uyuşturucu olarak kullanımının artması ve uluslararası baskılar sonucu Türkiye’de kenevir üretiminin azaltılması kararı alınmıştır. Diğer taraftan sentetik liflerin piyasaya çıkması ile endüstriyel kullanımında gerilemeler de kenevir tarımının gerilemesinde etkili olmuştur.

Türkiye’nin 1989’da 42 bin dekar olan kenevir ekili alan, 1999’da 5 bin 360 ve 2009’da 66 dekara düştü. Bir seri avantajlarına rağmen böylesine gerileyen üretimi yeniden canlandırma adına 2016 yılında, kenevirle ilgili bir tebliğ yayınlanmış ve 19 ilimizde izin almak koşulu ile tarımı serbest bırakılmıştır. Yapısındaki uyuşturucu madde oranından dolayı kontrollü ekilmesi gereken kenevirin, ancak lif, sap ve tohum amacına yönelik üretimlerine onay verilmiştir.  

Bu aşamada uygun çeşitlerin belirlenip tescili için Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesince araştırma projeleri başlatılarak 2022 yılında iki çeşit tescil ettirilmiştir. Bu çeşitlerde “Vezir” Tigem’e (Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü), “Narlı” ise bir tekstil firmasına satıldı. Firma, tohumu sözleşmeli üreticilerine dağıtmayı planlamış olmalı.

Bu aşamada iki üniversitede 2020 yılında Kenevir Araştırma Enstitüsü kuruluyor. Samsun-Ondokuz Mayıs ve Yozgat-Bozok Üniversitelerindeki bu enstitüler üçer bölümle araştırmalara başladılar. Enstitüler, kenevire dair toplumda oluşan önyargıların yıkılması, gerekli çeşitlerin geliştirilmesi ve sapından yaprağına, tohumundan yağına kadar içeriğinde sayısız kıymetli nitelik barındıran bitkiden azami yararlanmak için seçeneklerinin araştırılması amacıyla kurulmuşlardır. İlginçtir, YÖK bünyesinde tek bir bitkiye yönelik başka bir enstitü bulunmamaktadır.

Aslında kenevir tarımı kadar riskli başka bir bitki de yok gibidir. Tarlada üretimi sonrası bir işlem gerekmekte ve işlem sonu elde edilen bitkinin alıcısı olmak zorunda. Bir diğer ifade ile kenevir tarımı bir alıcı olmazsa sürdürülemez. Yani kenevir tarımı ancak sözleşmeli koşullarda sürdürülebilir olabilir. İşte Samsun’un Havza İlçesinde özel sektörce kurulmakta olan fabrika da “Narlı” çeşidi sahibi firma da tohumu sözleşmeli üreticilerine hizmet verecektir. Bu sistemle kenevir tarımının Türkiye’de yeniden yeşereceği beklenmektedir. 

Kenevir genelde:

  • Tohumundan yağ, gıda ve kozmetik, tohum küspesinden insana gıdası ve hayvan yemi;
  • Çiçeğinden ve yaprağındaki bağışıklık sistemini güçlendiren bileşen, ilaç ve kozmetik malzemesi;
  • Elyafından iplik, izolasyon malzemesi;
  • Kıtığından (elyaf-lif alımı sonu kalan kısım) mobilya sektörüne hammadde;
  • Kıtığından inşaat tuğla ve yapı malzemeleri; doğada eriyebilen, bir seri karışımdan oluşan kompozit dış cephe malzemesi olarak endüstriye katkıda bulunmaktadır.

Kenevirin inşaat sektöründe kullanımı son yıllarda artış göstermektedir. Buna kenevirden üretilen malzemelerin, geleneksel inşaat malzemelerine göre daha sürdürülebilir ve çevre dostu alternatifler sunmasının yanında, dayanıklılıkları, termal özellikleri neden olmaktadır. Amerika’da çeşitli inşaat uygulamalarında “hempcrete” (kenevir kıtığı, kireç ve su karışımı) denilen bloklar, kenevir lif levhalar gibi kenevir bazlı malzemeler kullanılmaktadır. Bu malzemeler, geleneksel inşaat malzemelerine sürdürülebilir ve çevreye uyum nedeniyle popülerlik kazanmaktadır.  ABD’deki 2018 Çiftlik Yasası ile endüstriyel kenevirin yasal olarak yetiştirilmesini kolaylaştırılmış ve inşaat sektöründe kenevir bazlı ürünlere ilginin artmasına yol açmıştır.

Ülkemizde bir firmanın kenevir kıtığından “kedi kumu” ürettiği, “hayvan altlığı” üretimlerinin de yakında piyasada olacağı duyurusu da ilginçtir.

Nazimi Açıkgöz

Bitki Bazlı Et, Süt, Balık Konusunda Nerelerdeyiz?

İşte bu bağlamda HÜCRESEL veya BİTKİ BAZLI ET-SÜT, YAPAY ET, ETSİZ ET  gibi tanımlarla etin, sütün yerine geçecek yeni ürünler piyasaya çıktı. Laboratuvar veya fabrika ortamında hayvan hücrelerinin kullanılarak et ve süt gibi hayvansal ürünlerin üretildiği bu yöntemlere Hücresel Tarım da denmektedir.  


[1] https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2730089

[2] http://www.transgen.de/aktuell/2700.fleisch-vegan-zellkultur-biotechnologie.html

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2021/01/20/bitki-bazli-etler-ne-derece-gercek-etin-yerini-tutar/

[4] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2015/11/20/gdo-baliklar-artik-market-raflarinda/

[5] https://www.kcaw.org/2022/11/04/will-lab-grown-fish-save-alaskas-wild-salmon-stocks/

Sinop Tarımında Yapısal Değişim Gereksinimi ve Bir Modeli Önerisi

Teknoloji ile geliştirilen robotların, yapay zekânın, tarımda insan gücünü en aza indireceği beklenmektedir. AB’de de şimdiden tek bir kişi ile yüzlerce hayvanı barındıran işletmeler oluşmaya başlamışsa da, tarımda insan gücü en önemi unsurdur. Tarım işletmelerinde işletme sahibi ve ailesi ülkenin çiftçi nüfusunu oluşturur.

Nepal, Nijerya, Habeşistan gibi ülkelerde hala nüfusun % 80 civarı tarımla uğraşıyorsa da, ABD ve birçok AB ülkelerinde bu oran %2’nin altına inmiştir. Çiftçi nüfus hareketleri hemen hemen her ülkede hep düşüş göstermiştir ve bu böyle devam edecektir. Ülkemizde 1935 yılında yüzde 76 düzeyinde olan kırsal nüfus, günümüzde %10’lara düşmüştür. Fakat bu düşüş toplumda iki karşıt görüşün tartışılmasına neden oluyor:

  • Batı, ileri teknoloji ile %2 gibi az çiftçi nüfusu ve dolayısıyla daha ucuza maliyetle ülke insanlarını doyururken, Türkiye’nin %10 civarında nüfusu daha da azaltması gerekmiyor mu?
  • Özellikle azalan genç çiftçi sayısı ve terkedilen tarım arazilerimizle, yarınlarda tarımsal üretimimizi nasıl garanti edebiliriz?

İşte bu konu, tarımsal stratejilerle ilgili idari birimler ve konu ile ilgili akademisyenlerin uğraş alanına girmektedir.  Burada, küçük aile işletmelerini teşvik veya genç çiftçiyi destek programları pek kalıcı bir çözümmüş gibi görünmüyor. Çünkü sektör diğerlerine göre en az gelir getirmektedir.

Yarınların tarımsal işletmeleri, rekabet gücüne sahip olabilmek için, ekonomik bakımdan optimum büyüklükte olmak ve profesyonelce yönetilmek zorundadırlar. Gerek bugüne kadar tarım dışı kalan ve gerekse bundan sonra boşalacak arazilerin tekrar tarıma kazandırılması için “orta” ve “büyük” işletmelere dönüşüm kaçınılmaz görünüyor.

Şimdi, tarımsal üretimi çiftçi açısından irdelemeye çalışalım:  Önce olayın ekonomik tarafını ele alalım. Maalesef serbest dünya pazarında, artan ve tahminlenemeyen girdi maliyetleri ile ürün fiyatlarının dengesi kolay kurulamıyor. Ve dolayısıyla çiftçinin gelir garantisi yok. İşte tarımdan kopmalar, kaçmaların, hatta çiftçi intiharlarının ana nedeni bunlardır. Ayrıca sosyal açıdan bakıldığında hangi birey, hafta sonu veya genelde tatil yapamadığı mesleği seçmek ister.

Gerek bugüne kadar tarım dışı kalan ve gerekse bundan sonra boşalacak arazilerin tekrar tarıma kazandırılması kaçınılmazdır. Bu konuda öne çıkabilecek bazı seçeneklere bir göz atalım:

  • Ticari amaçlı özel yatırımlar;
  • Sosyal amaçlı hemşeri derneklerin önderliğinde kurulacak yerel yatırımlar;
  • Kamu-özel sektör-vatandaş işbirliğinde yeni model yatırımlar, vs.

İlk iki seçenek “Türk tarımının büyük bir sosyo-ekonomik sorunu” başlığı ile “http://blog.milliyet.com.tr/ gidakrizivebilim’ de ele alınmıştı. 3. seçenek için çarpıcı bir örnek[1]: Kamu-özel sektör-vatandaş işbirliği ile yürütülen “Yozgat Kabalı Köyü Meyvecilik Projesi”[2].

Sinop’taki durum ne kadar buna benziyor! Peki, Yozgat’ta bu projeyi başlatan Türk muhtarı gibi Sinop’ta muhtar yok mu?

Gelin proje ile ilgili bazı önemli bilgilere bir göz atalım: İlçe Kaymakamı ve Kabalı köyü muhtarının girişimi sonucunda başlatılan projenin amacı küçük ve parçalı işletmeleri bir araya getirerek, verimlilik sağlamak. Bu amaç doğrultusunda 468 çiftçiye ait 1680 adet parsel (1100 Hektar) arazi birleştirilerek, tek bir parça araziye dönüştürülmüş. Üstelik birleştirmeyle yola ve arazi sınırlarına giden 50 Hektar dekarlık bir arazi de üretime kazanılmış. Proje, iki etap şeklinde planlanmış. Birinci etap için ayrılan 5640 Hektarlık alanda meyvecilik düşünülmüş ve bu doğrultuda kiraz, elma, armut, şeftali bahçeleri kurulmuş.

Sulama amacıyla ülkemizin en büyük (25.000 tonluk) membran havuzu yapılmış ve araziye tam otomasyonlu damla sulama sistemi döşenmiş. Projenin şu ana kadarki finansmanı, il özel idaresi (1 milyon 600 bin TL) ve Başbakanlık (10 milyon TL) kaynaklarından sağlanmış. Yapılan bütün işlemler, kurulan kamu şirketi ile yürütülmüş. Bu şirketin hisselerinin yüzde 96’sı Köylere Hizmet Götürme Birliğine, geriye kalanı ise Belediyeye, Ziraat Odası Başkanlığına ve Sulama Kooperatifine aitmiş. 2012’nin sonunda, meyve bahçeleri kamu şirketi üzerinden bir özel sektöre 25 yıllığına kiralanmış.

Projenin başladığı 2009 yılından bugüne gelindiğinde; çiftçilere her yıl dekar başına kira bedeli ödenmesi (2013 yılı için 480 TL), arazi fiyatlarının yükselmesi (nerdeyse 10 kat), istihdam yaratması ve köye dönüşün başlamıştır. Projenin bu çıktıları köylüleri memnun etmiş olmalı ki ikinci etap için yoğun bir ilgi varmış.

Güçlerini birleştiren köylülerin hayata geçirdiği örnek uygulamayla 70 köylü, kadrolu olarak meyve üretimi yapan şirket bünyesinde istihdam edildi. İşsizlik sorununu çözdüğü gibi köyün çevreden göç almasını dahi sağlayan uygulama kapsamında, hasat mevsiminde çalışan kadınların ağırlıklı olduğu işçi sayısı 900’e kadar yükseliyor. Köyde 200 civarında olan traktör sayısının 15’e inmesi ibret vericidir.

Tarım ve Orman Bakanlığının konuya önem verdiği ve 250 yeni uygulama için çalışmalar başlattığı noktasından hareketle, öncelikle köy muhtarlarını bu konuda bilgilendirmekte yarar görülmektedir. Bu konuda tüm Sinop’luların olayın farkına varması da etkili olacaktır.

Prof. Dr. Nazimi Açıkgöz (https://about.me/nazimi.acikgoz)


[1] http://blog.milliyet.com.tr/2019-yili–tarim-ve-gida–sektor-raporu-ile-ilgili-bazi-gorusler/Blog/?BlogNo=597968

[2] https://www.haberturk.com/yozgatta-kabali-koyluleri-tarlalarini-birlestirip-geri-gocu-baslatti-1843482

Midye Ekonomisi

Özellikle sahil kesimlerinde oturanlarca çok tanınan bu “atıştırmalık”- “sokak lezzeti” deniz ürününün tüketiminde hızlı bir artış gözlenmektedir. Son yıllarda sahillerimizde kurulan midye çiftliklerinin bunda payı olsa gerek. O siyah, siyahımsı mavi, koyu morumsu, kahverengi veya kahverenginin muhtelif tonları ile iki kabuk arasındaki bol baharatlı dolma tadı ile midye, çoklarımızca denenmiş ve adeta alışkanlık yaratmıştır.  

Aslında midye İstanbul boğazında, Marmara’da ve başta İzmir olmak üzere birçok körfezde tek tek elle veya bir tarakla toplanarak hasat edilmektedir. Doğal olarak cıva, kurşun, kalay, bakır, arsenik ve kadmiyum gibi ağır metaller içerebileceği varsayımı ile adeta çocuklarımıza yedirmekte tereddüt ettiğimiz midye, artık çiftliklerde temiz deniz ortamlarında yetiştirilmeye başladı. Tarım Bakanlığının onayladığı ve hatta hibe destekleri ile faaliyete geçen onlarca midye çiftliği on binlerce ton midye üretimini sağlamaktadır. Aslında su ürünleri yatırımcıları son 20 yılda balık çiftliklerine yoğun yatırım yapmışlar ve günümüzde çiftlik balık ürünleri toplamı avcılıktan elde edileni miktar olarak geçmiştir. Ne var ki söz konusu yatırımcılar dışa bağımlı yem fiyatlarındaki artış karşısında yeni arayışlara yönelmişler ve YEM GEREKTİRMEYEN midye yetiştiriciliğine başlamışlardır. Özellikle Tarım Bakanlığının yer gösterme ve diğer teşvikleri ile Sinop, Yalova, Bursa ve İzmir kıyılarına kurulacak çiftlik sayısının daha da artacağı beklenmektedir. O, diğer tarımsal üretimde fiyatları sürekli artan tohum, ilaç ve gübre girdilerinin sıfır olduğu nadir gıdalardan biridir.

Midye yetiştiriciliğinde sadece kurulum ve bakım maliyeti vardır. Yatırım bir kez yapıldığında, iki yıl içinde geri kazanılabilir. Ek bir yatırım yapmadan sadece sistem bakımı ve maliyeti ile çiftliklerden büyük karlar elde edilebilir. Durum böyle olunca insanın aklına şu soru geliyor: Midye yetiştiriciliğinde Türkiye geç mi kaldı?

Suyu filtre ederek beslenen fitoplanktonlarla beslenen yüksek yumurta verimlilikleri ile midye dünyada en fazla yetiştiriciliği yapılan çift kabuklu yumuşakçalardan biridir. Hollanda’nın deniz dibinde, Fransa’nın direklerde ve İspanya’nın sal-şamandıra ve halatlarla onlarca yıldır yaptığı midye yetiştiriciliği Türk insanının aklına ancak 2010’larda geldi. Ne var ki yasal mevzuatı aşmak 5-6 yıl aldı. Bu konuda Tarım Bakanlığının gayretlerini takdir etmek gerek. Çok sayıda müteşebbise yatırım yapacakları alanları ilan etmek ve ruhsatlandırmakla kalmamış, yatırım destekleri ile midyeciliğin gelişmesine katkılar sağlamaya devam etmektedir. Midye yetiştiriciliği için kilogram başına verilen parasal destek yanında “Kırsal Kalkınmada Uzman Eller” projesi çerçevesinde hibe olarak tesis kurulum sermayesi sağlanmaktadır.

Bakanlığın midye üretimini sürdürebilir kılma adına “iyi tarım uygulamaları” ve “organik midye” üretimi için mevzuat hazırlığı içinde olduğunu duyurması, ülke midyeciliği açısından bir başka olumlu adımdır.

Son yıllarda hızla artan çiftliklerimizde 2023 yılında 30 bin ton civarında çiftlik midyesi üretimi tahmin edilmektedir. Yıllık midye tüketimimiz ise 100 bin tonu geçmektedir. Bu miktar Fransa’da 200, Hollanda’da 300 bin ton civarındandır. İlginçtir, ülkemizde midye ağırlıklı olarak “dolma” şeklinde tüketilmektedir. Ve başka ülkelerde bu tür tüketim, dolayısıyla üretim yapılmaz.  Ne var ki dolma tüketimi başta körfez ülkeleri olmak üzere birçok komşuda yaygınlaşmaya başlamıştır. O nedenle midye ihracatı hiç de ütopik değildir. Kaldı ki iç ve doğu Anadolu’dan gelen talepler midye endüstrisi için gelecek vaat etmektedir. Türk müteşebbislerce Yunanistan’da açılan bir midye dolma fabrikası olayı daha anlaşılır kılmakta.     

Midyenin çiftliklerde üretimi oldukça fazla ekolojik artıyı beraberinde getirir. Yere yani deniz tabanına değmeyen 10-15 metrelik yetiştirme halatlarındaki midyeler, saatte ortalama 20 lt su süzmektedirler. Planktonla beslenen bu canlıların adeta deniz suyunu filtre ettiği sözlenebilir. Bazı ülkelerde plaj önlerine midye çiftliği kurmasının nedeni bu olsa gerek. Çiftlik izdüşümü deniz tabanının balıkların yumurtalama alanları olması yalnız ekolojik olarak değil, ekonomik olarak da bir kazançtır.

Kurulum yatırımı yapıldığında sadece sistem bakımı ile midye yetiştiriciliğinin karlı bir yatırım olduğu anlaşılmaktadır. Ürüne yurt içi ve yurt dışı talep durumu da göz önünde bulundurulursa, devletin özellikle “izleme alanlarını” artırarak ve izleme sürelerini kısaltarak desteğini sürdürmesi beklenmelidir.  Son yıllardaki diğer tarımsal üretimde fiyatları sürekli artan tohum, ilaç ve gübre girdilerinin sıfır olduğu böylesi bir ürününle ilgili araştırma ve geliştirmelere de Üniversitelerin de yeterli ilgiyi göstermesi beklenmektedir.   

Nazimi Açıkgöz


[1] Çelik MY., Karayücel S., Karayücel İ, Eyüboğlu B., Öztürk R., 2016. Settlement and growth of the mussels (Mytilus galloprovincialis, Lamarck, 1819) on different collectors suspended from an offshore submerged longline system in the Black Sea. Aquaculture Research. (7)12: 3765-3776

Nazimi Açıkgöz

Onarıcı Tarım Nedir

Yıllarca toprağın önemini ele alan bir seri görüşler öne sürüldü. Klasik endüstriyel tarıma alternatif olarak ortaya organik tarım, sürdürülebilir tarım, onarıcı tarım, dijital tarım, akıllı tarım, işlemesiz tarım, dikey tarım gibi birçok sistem veya akım ortaya çıktı. Bunlardan sürdürülebilir tarımla ilgili bilgilere https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2023/06/17/surdurulebilir-tarim-nedir/ ve https://youtu.be/a6iyfZkU5tg linklerinden ulaşabilirsiniz.   

1960’larda bilim camiası birim alandan daha fazla verim alabilmek adına başta hibrit teknolojisi olmak üzere bir seri yeniliklerle yeşil devrimi gerçekleştirilmişler ve verimler katlanmıştı[1]. Ne var ki o verim artışlarının toprağa maliyetlerine pek dikkat çekilmemişti.  Endüstriyel tarımda, belki gerekli N (azot), P (fosfor) ve K (potas) gibi ana besin maddelerini sağlamış olsalar da özellikle mikro besin elementleri ve organik maddeler bakımından toprağa gerekli özeni gösterdikleri söylenemez.  Yani diğer bir ifade ile topraklar hep aynı kalmış ve sürdürülebilir üretim için bir yenilenme, onarılma kaçınılmaz olmuştu. İşte ONARICI TARIMIN 1970’lerin sonlarında ortaya çıkmasının temelini, söz konusu yorulmuş topraklar oluşturmaktadır.

Önce bir fikri akım olarak ortaya çıkmışsa da bir seri ilkelerle donanarak, günümüzde bir tarım sistemine dönüşmüştür. İlk aşamada tarım alanlarının düzenlenmesini, gübre ve ilaç kullanımının değişmesinin ötesinde hayvancılıkla entegrasyon gerekliliği nedeniyle kısa zamanda uygulanabilirliği fazla beklenmemektedir. Bu sistemin uygulamaları genişlediğinde, çiftçilerin adil koşullarda çalışmasından toplum refahına bir seri sosyal kriterin de devreye girmesi beklenmektedir.

Onarıcı tarımda ana hedef   günümüz endüstriyel tarımının yıpratmakta olduğu düşünülen doğal kaynakların yeniden geri kazandırılmasıdır. Bu amaçla bir dizi tarımsal uygulama ele alınmaktadır. Gelecek yıllarda daha verimli topraklar elde etmek için ekosistemdeki dengeyi yeniden kurmak ve iklim değişikliğinin etkilerini minimize etmek de başlıca amaçlarını oluşturmaktadır.

Onarıcı tarımın başlıca prensipleri biyoçeşitliliğin artırılması, toprağın doğal desteklerle zenginleştirilmesi, su kalitesinin artırılması, hayvancılık faaliyetlerinin entegrasyonu, kimyasalların kısıtlanması, toprağın işlenmemesi, bitki köklenmelerine izin verilmesi şeklinde özetleyebiliriz. Başka bir ifade ile münavebe, işlemesiz tarım, çok yıllık bitkilerin ekimi, kompost-çiftlik gübre kullanımı yani hayvancılığın birlikte yapılması,

karbon tutumunu artırmak için örtü bitkileri ekimi, zararlılarla mücadelede doğal biyolojik düşmanlardan faydalanarak, tarımsal ormancılık gibi endüstriyel tarımda pek uygulamaların devreye sokulmasıdır onarıcı tarım.

Bu durumda onarıcı tarıma, toprak sağlığını iyileştirirken, verim yükseltip kaliteyi artırmaya olanak sağlayan ve çevresel etkiyi minimumda tutan bir çiftçilik uygulaması ile ilgili bir şemsiye terimdir diyebiliriz.

AB’nin Yeşil Mutabakatı toprak sağlığını, doğal yapısını ve işlevlerini korumanın yanında, toprak verimliliğini artırmak ve erozyonu önlemek için gerekli tedbirlerin alınma konularını içermektedir. O nedenle, özellikle tarımsal ürün ticaretinde ana partnerimiz AB’nin yasa ve yönetmeliklerimi yakından takip etmemiz kaçınılmazdır.

Bayer firmasının onarıcı tarıma olumlu yaklaşımı oldukça çarpıcı. Konunun böylesine etkin bir kurumca benimsenmesi, tarıma girdi sağlayan diğer paydaşlar açısından bir avantaj olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, bu yöntemin her ekolojide uygulanma şansı vardır diyemeyiz. Konya ovasında uygulanamayacağı gibi.

Nazimi Açıkgöz


[1] https://hasatturk.com.tr/2023/02/yesil-devrim-dunyayi-acliktan-kurtardi/

Sürdürülebilir Tarım Nedir

İnsanoğlu gıdasını kendi yetiştirmeye başladığından beri toprakla haşır neşirdir ve tarım yapabileceği araziyi sahiplenmiş veya kiralamıştır.  Nüfus artışıyla 20. Yüzyıl ortalarından itibaren bir hektarın doyurmak durumunda kaldığı insan sayısı artmaya başlamış ve 1960’larda 3’den 2020’lerde 7,5’a çıkmıştır. Bir kişi için gerekli olan tarım alanının 4,3 hektardan (1960) 60 yılda 1,8 hektara düşmesi çarpıcıdır. Bu bir yerde gıda güvencesi açısından tehlike çanlarının çalmaya başlamasıdır. Söz konusu bu 60 yıllık dönem yeşil devrimle aşıldı. Birim alandan kaldırılan ürünlerde sağlanan verim artışıyla[1] günümüze kadar gıda yeterlilik sorunu yaşanmasa da geleceğin pek parlak olmayacağı bir gerçek.

İşte bu aşamada gerek bilim dünyası ve gerekse STK’ları elimizde var olan arazinin-toprağın değerini anlamak üzere farkındalık yaratma çabasına girdiler. Ve var olan toprağımızın değer kaybetmemesine yönelik eylemler ortaya koydular. SÜRDÜRÜLEBİLİR TARIM’a biz bu gözle bakmak durumundayız. Yani topraklarımızın değerini olduğu gibi koruyacak bir sisteme sahip çıkmalıyız.

Belki akla gelebilir, atalarımız binlerce yıl ektiler-biçtiler bir şey olmadı da topraklarımızın değer kaybı ile bu günlerde mi söz konusu oldu? Hatta Çin’de bir arazide yüzyıllarca yılda 4 ürün kaldırılan topraklar konusunda ne söyleyebiliriz? Burada Anadolu çiftçisinin yaptıklarına göz atmakta yarar var: Münavebe (nadas), taban taşı, dipkazanla derin sürüm, azaltılmış, anıza doğrudan ekim yöntemleri gibi bir seri teknikle topraklarını ekip biçerek bizleri doyurdular. Tabii ki kimyasal gübre ve ilaçları da ihmal etmeden. Ne var ki iklim değişimi işin tuzu biberi oldu. Artık çölleşme-tuzlanma ensemizde.

O zaman biz sürdürülebilir tarımdan, toprağın ömrü boyu kirlenmeden, kaybolmadan verimliliğini sürdürmesinin sağlanmasını anlıyoruz. Bu fikrin üreticiden tüketiciye, bilim adamlarından yasa koyuculara ulaşması gerek. Tarım, dünya kara parçalarının ancak %10’unda yapılabilmektedir. Genişleme şansı olmadığına göre, elimizdeki toprakların kıymetini bilmemiz, onları sürdürülebilir bir biçimde işlememiz gerekir.

 AB’nin Yeşil Mutabakatında da toprak sağlığını, doğal yapısını ve işlevlerini korumanın yanında, toprak verimliliğini artırmak ve erozyonu önlemek için gerekli tedbirlerin alınma konuları yer almaktadır.

Peki topraklar nasıl kirlenir ve elden çıkar: Aşırı tarım uygulamaları, aşırı otlama, ormansızlaşma, yanlış sulama uygulamaları gibi faaliyetler toprakları verimsiz kılar. Gerekli tedbiri almayan çiftçi de adeta toprağının bozulmasına destek verir. Örneğin sürekli aynı ürünün yetiştirilmesi, organik gübre desteği verilmemesi, rüzgâr-su erozyonundan korumaması gibi uygulamalar topraklarımızın elden çıkmasına neden olabilmektedirler. Üst üste çeltik ekilen tarlaların tuzlandığını çoğunuz duymuştur.

Olayın ciddiyeti birçok STK tarafından da gözlenmiş ve organize edilen toplantı raporlarında dikkate değer çözüm önerileri dile getirilmiştir. Bunlardan birinde: 

• Tarım topraklarının amaç dışı kullanımının engellenmesi,

• Tarım arazilerinin tahribatına sebep olan tarım uygulamalarının durdurulması,

• Tarım toprağını korumayı amaçlayan uygulama ve politikaların teşvik edilmesi,

•Tahrip edilmiş tarım toprağını iyileştirecek ve toprak canlılığını artıracak yenilikçi uygulamaların yaygınlaştırılması konuları öne çıkarılmak istenmiştir.

Tarım sistemlerinde “endüstriyel tarıma” alternatif olarak öne çıkan “sürdürülebilir tarımın” yanında “organik tarım”[2][3], “onarıcı tarım” ve “dijital tarım”[4] sistemleri yer almaktadır. Bunlardan her biri belirli koşullarda uygulanabilmektedir. Kendi koşulları gereği endüstriyel tarıma alternatif olmalarını bekleyemeyiz. Örneğin ilaç-gübre gibi kimyasalların kullanımını reddederek %30 civarında daha düşük verimin benimsenmesi sınırlı olacaktır. Organik tarım daha çok kimyasallardan arındırılmış bir üretim mantığına odaklanırken, sürdürülebilir tarım var olan kaynakları verimli kullanmak ve kaynakların korunmasına dayalı bir mantıkta biyolojik çeşitliliğin ve üretkenliğin arttırılmasını hedefler. Sürdürülebilir tarımda ürünün çevre anlayışı göz önünde bulundurularak sonsuza dek üretimi amaçlanır ve böylece gelecek nesile de örnek olacak davranışlar sergilenir.

Dijital tarım bir sistem değil bir uygulamadır ve her tür tarımda devrede olabilir. Onarıcı tarım ise bilimsel olarak çok mantıklı bir sistem olmasına karşın, hayvancılık faaliyetlerinin entegrasyonu (Onarıcı otlama), kimyasal kullanımının kısıtlanması, toprağın işlenmemesi ve hayvancılığı içinde bulundurması koşulu gereği küçük aile işletmeleri dışında kullanımı beklenmemelidir.

Nazimi Açıkgöz

Not: Onarıcı tarım bir sonraki makale konumuz olacaktır.


[1] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2023/02/18/yesil-devrim-dunyayi-acliktan-kurtardi/

[2] https://youtu.be/R 9cFyXkLyC8

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2023/02/06/organik-surdurulebilir-mi/

[4] https://www.ticaretgazetesi.com.tr/nazimi_acikgoz_9658dunya_ve_tarim_dijital_tarim_nedir-l-1-sayfa_id-676-y-977-id2-18107

Dijital Tarım Nedir?

Dijital tarım, tarım alanındaki tüm süreçleri ve aktiviteleri optimize etmek için veri toplama ve analizi teknolojilerini kullanan bir yaklaşımıdır.  Dijital tarımda bilgi teknolojilerinin kullanımını sağlayan birçok araçtan yararlanılır.  Bu araçlar arasında uydu haberleşmesi ve görüntüleme, veri toplama ve analizi, sıcaklık ve nem sensörleri, uzaktan algılama ve çoklu fonksiyonlu tarım araçları bulunmaktadır. Dijital tarım internet ve özellikle yapay zekâ kullanımı ile uygulamaya geçmiştir.

Yapay Zekadan Yararlanarak Akıllı Tarım Teknikleri Devreye Sokulmaktadır. Böylece üretici:

  • Hassas tarımı,
  • Uydu ve hava araçları ile uzaktan algılamayı,
  • Gübre uygulama teknikleri ve kontrolünü,
  • Bitki koruma algılama ve ilaçlama tekniklerini uygulama şansına kavuşmaktadır.

Yine Yapay Zekadan Yararlanılarak Çiftlik ve Ürün Yönetim Sistemleri geliştirilebilir. Örneğin:

  • Su yönetim ve kontrolünde bilgi teknolojileri,
  • Sera bilgi teknolojisi uygulamaları,
  • Hassas hayvansal üretim,
  • Balık çiftliklerinde bilgi teknolojileri,
  • Gıda ve hammaddelerin depolanması, tedariki ve işlenmesi,
  • Tarımsal üretim ve pazarlama zincirinde kalite, israf,
  • Uzaktan hizmet ve bakım,
  • Blockchain[1] gibi…

Bu seçeneklerin birçoğu şimdiden devreye girmiştir. Örneğin tarımsal üründe israfın önene geçme konusunda blockchain uygulaması kullanılmaya başlanmıştır. Ülkemizde de tarımsal ilaçlama, gübreleme gibi uygulamalara yönelik onlarca dron firması faaliyetlerini sürdürmektedir.

Havada insansız olarak uçan dronlar görüntüleme gibi birçok ekipmanlarla donatılarak çok sayıda işlevi aynı anda gerçekleştirebilmektedirler.  Dron teknolojisi tarım alanında çiftçilere birçok fayda sağlamaktadır:

  • Verimlilik artışı: Dronlar, tarım alanlarının verimliliğini artırmak için kullanılan arazi yönetimi ve bölge planlaması gibi önemli bir araç olarak görülebilir,
  • İzlenebilirlik: Çiftçiler, dronların yardımıyla tarım alanlarının daha iyi izlenmesini sağlayabilir. Böylece, nerede herhangi bir sorun olduğu veya nerede daha fazla gübre gerektiği gibi önemli kararlar alınabilir,
  • Küresel ısınma: Dron teknolojisi, tarım alanlarında karbon emisyonlarını azaltmak için kullanılan çevre dostu çözümler oluşturmaktadır. Böylece, çiftçiler karbon emisyonlarını azaltma konusunda çevre dostu hizmet verebilmektedir.

Dronlar ekili arazide tarım alanlarının durumunu izlemek, tarımsal verimliliği ölçmek, biyolojik zararlıları tespit etmek ve tarımsal ilaçlama gibi amaçlarla kullanılır. Ayrıca, toprak durumunu ve bitki sağlığını incelemek, su veya gübre etkisini-eksikliğini-fazlalığını anında değerlendirerek alınan kararlarla uygulamalar zamanında gerçekleştirilerek emek ve para tasarrufu sağlanır.   

Uydu ve hava araçları ile uzaktan algılamanın üreticiye sunduğu imkanları dron uygulamasına biraz daha yakından bakalım: Dronlar tarımsal operasyonlarını optimize etmeye, verimliliği artırmaya, üretimi izlemeye yardımcı olan insansız bir hava aracıdır. Sensörler ve dijital görüntüleme olanakları ile çiftçilere daha detaylı olarak resmini sunabilmektedirler. Bu araçlar gübreleme, tohum ekimi ve ilaçlama sistemlerinin yanı sıra haritalama ve verileri analiz etmeye fırsat veren ekipmanlarla donanabilmektedirler.  

Dronla ilaç uygulamalarına biraz detaylandırdığımızda DİİJİTAL TARIMIN önemi daha iyi anlaşılabilecektir.

  • Daha az ilaçla daha fazla yer ilaçlanabilmektedir. Böylece %20 civarında ilaçlardan Tasarruf sağlanabilmektedir. Bu dolaylı olarak çevre sağlığı açısından da önemlidir;
  • İlaçlamada kullanılan su tasarrufu sağlanmaktadır. Ultra düşük hacimli ilaçlama dronu püskürtme teknolojisinin kullanılmasıyla %95 e varan tasarrufu sağlanabilir.  
  • Tarım dronları ile geleneksel püskürtme yöntemlerine kıyasla maliyette %80e varan azalma sağlanabilmektedir;

Ülkemizde bu ve benzeri uygulamalar henüz bir elin parmak sayısı kadar. Ne dersiniz; karlılığı ve rekabet şansını artırabilen söz konusu uygulamalar vakit kaybetmeden yaygınlaştırılabilir mi?

Nazimi Açıkgöz

Bu ve benzeri konularla ilgili “Yaşam Bilimlerinde Sohbetler” Youtube kanalında sizleri bekler:

Hibrit Kavramı: https://youtu.be/iVtwI4b0Y5k

Gıda Tüketimimiz Farklılaşırken: https://youtu.be/eu-LhuGNk0E

İklim Değişimi Gıda Krizleri Getirebilir mi? : https://youtu.be/t2shCWXKzdM

Organik sürdürülebilir mi?: https://youtu.be/R 9cFyXkLyC8

Yeşil Devrim https://youtu.be/edocuCg8rj4Gıda Fiyatları Neden Arttı? https://youtu.be/20Gjh-4zgiY


[1]https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2020/12/12/tarimda-blockchain-kullanimi/


DÜNYA GELECEKTE NÜFUSUNU BESLEYEBİLECEK Mİ?

Artan nüfus, olumsuz değişen iklim, daralan tarım arazileri, sınırları zorlayan enerji, gübre, ilaç gibi girdiler karşısında insanoğlu yarınından endişelenmeye başlamıştır. Zaman zaman dünya gıda krizi dile getirilmekte, özellikle sivil toplum örgütlerince yönetici ve politikacılara “acil önlem” çağrıları yapılmaktadır[1]. Dünyada yaşanan aşırı yoksulluk, 2008’de 30 ülkede patlak veren gıda isyanları olayın ciddiyetini ortaya koymakta. Daha fazla günlük kalori gereksinimi gibi beklentileri de bu kısıtlara ekleyecek olursak, insanlığı kendi geleceği için bu konuda en küçük fırsatı değerlendirmeye zorlamaktadır. Kaldı ki 2100 yıllarına gelindiğinde dünya nüfusunun 11,2 milyarı bulacağı beklenmektedir. Peki şu anki üretim olanakları ile yarınların nüfusunu nasıl doyuracağız?

Küresel açlık sınırı altındaki ülkelerin sayısı 2000 yılında 26, 2010 yılında 79 iken ve 2023 yılında 95’ya çıkmış olmasını nasıl yorumlayabiliriz?

Peki dünya tarımsal üretim alanları ne durumda? Önce şu gerçeği tekrarlamakta yarar var: Bir hektar 1950’lı yıllarda 2 kişiyi, 1999’lu yıllarda 4 kişiyi doyururken, 2025’li yıllarda da 5 kişiye gıda sağlamak zorunda. Ayrıca sıcak dalgası, sel, fırtına, buzulların erimesi gibi değişimlerin, özellikle tarımsal üretim alanlarını büyük ölçüde daraltacağı bir gerçektir.

Bu durumda var olan tarımsal potansiyelini biyoteknoloji, akıllı tarım teknolojik ekipmanları ve yeni üretim yöntemlerinin kullanılması ile artırabiliriz. Bu bağlamda hassas tarım, görüntü algılama ve fitobiyolojik bilgi, uydu ve hava araçları ile uzaktan algılama, gübre uygulama teknikleri ve kontrolü, bitki koruma algılama ve ilaç uygulama teknikleri, sera bilgi teknolojisi uygulamaları, hassas hayvansal üretim ve balık çiftliklerinde bilgi teknolojileri ve uzayda tarım konularında gelişmeler beklenmektedir. Bu olanaklardan bazıları daha şimdiden sonuçları alınmıştır Örneğin NASA uzayda ilk tarımsal ürün olan patatesi yetiştirmiştir

Ayrıca çiftlik ve ürün yönetim sistemleri, su yönetim ve kontrolünde bilgi teknolojileri, gıda ve hammaddelerin depolanması ve işlenmesi, tarımsal üretim ve pazarlama zincirinde kalite, tedarik, israf sorunları, internet kullanımı, uzaktan hizmet ve bakım, E-destek, blockchain ve diğer bilgi teknolojileri konularındaki gelişmelerden yararlanarak tarımsal üretimde bir artış öngörülebilir. Bu seçeneklerin birçoğu şimdiden devreye girmiştir. Örneğin tarımsal üründe israfın önene geçme konusunda blockchain uygulaması ülkemiz tarımında kullanılmaya başlanmıştır[2].

Bu aşamada önce tarımsal üretimin sürdürebilirliği konusunda agronomik yaklaşımlara rastlıyoruz: Örneğin bazı ülkelerin üretim modellerini değiştirmesi (Arabistan’ın 2016 yılında su tasarrufu amaçlı olarak buğday tarımına son vermesi); Fransız bağcıların bağ tesislerini Birleşik Krallık’a kaydırmaları (üretimlere yeni alanlar yaratmak), anıza ekim, ikinci ürün (Çin’de çeltikte yılda dört ürün bile alınabilmektedir), çift biçim, topraksız tarım, dikey tarım, şehirde çatı ya da depo-bodrum tarımı, permakültür gibi)

Klasik bitki ıslahından yararlanarak yabancı döllenen ürünlerde verim artışını sağlayan hibrit tekniği Çin’de kendine döllenen bir ürün çeltikte uygulanmış ve bu ülke çeltik ekim alanlarının %56’sına hibrit çeltik ekerek pirinç ithalatçısı olmaktan kurtulmuştur[3]. Aynı yöntemin buğdayda da uygulanması dünya buğday üretiminin artırılmasını sağlayabilecektir.

Devletler ve üst çatı örgütlerinin zaman kaybetmeden gıda güvenirliliğini sağlamak için, yeni teknolojiler ve teknikler geliştirmek için araştırma ve geliştirmeler planlayıp uygulamaya geçirmeliler. Öncelikle bitki ve hayvan ıslahına önem verilmelidir. Genetik mühendislik ve biyoteknolojiden de yararlanarak, kurağa, sıcağa, hastalıklara ve zararlılara dayanıklı çeşitlerin geliştirilmesine çoktan başlanılmış olması sevindiricidir. Özellikle “CRISPR-Cas9” [4] gibi yöntemlerde, hedeflenen genin, işlem aşamasında uygulanan geçici DNA kesici enzimler yardımı ile susturulması, etkisinin artırılıp azaltılması, mikro-mutasyona tabi tutulması ile kısa zamanda yeni genotiplerin elde edilmesine birçok ülkede başlanmıştır.

Metan konusundaki katkıları nedeniyle küresel ısınmada hayvansal üretimin rolü bilinmektedir. Gerek bu soruna ve gerekse yarının artan protein açığına çare olarak, bitkisel kökenli yapay et ve balık teknolojilerindeki gelişmeler bu bağlamda ümit vericidir. Arazi ve su kullanımı konusunda öne çıkan, iklim değişiminde de sıkça öne sürülen hayvancılığı ve balıkçılığı rahatlatacak bu uygulamalar süt, peynir gibi vs. üretimine de katkı sağlayarak, gelecekte aç kalmayabileceğimizi düşünebiliriz.

Nazimi Açıkgöz


[1] https://www.fsinplatform.org/sites/default/files/resources/files/GRFC2023-compressed.pdf

[2]https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2020/12/12/tarimda-blockchain-kullanimi/

[3]https://gazetekoseyazilari.com/blog/2022/11/24/bitki-bazli-baliklar-geliyor/

[4] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2019/03/02/gen-duzenleme-ile-ilk-bitki-soya/ gelecek nesilleri

Türkiye Tarımsal Teknoloji Merkezine Kavuşuyor

Ülkemiz tarımla ilgili yeniliklere her zaman açıktır. Dünyadaki gelişmelere bir göz atıldığında veri tabanı, büyük veri, dikey tarım, hassas tarım, coğrafi bilgi sistemleri, çiftlik yönetim yazılımları, akıllı sulama, akıllı ilaçlama, akıllı gübreleme, tarımsal robotlar, otonom cihazlar, İHA’lar gibi birçok konudaki araştırma ve uygulamalarda ülkemizin yeterli seviyede olduğunu söyleyemeyiz. Şüphesiz bazı ferdi atılımları da göz ardı edemeyiz.

Tarımın böylesine önemli konularının bütüncül olarak, ülke bazında tek merkezden ele alınma zamanı çoktan gelmişti. Memnuniyetle öğreniyoruz ki İzmir Ticaret Borsası ve Ege İhracatçı Birlikleri bu konuda inisiyatifi ele alıp “Tarımda Dijital Dönüşüm” hamlesini başlatarak, İzmir Tarım Teknoloji Merkezi’ni (İTTM) (https://ittm.itb.org.tr/) kurdular.

Merkezin kuruluş gerekçeleri sıralanırken şu saptamalar öne çıkmaktadır: “Teknolojinin tarım sektörüne entegrasyonunda en önemli aşama, tarım araçlarının ve tarımsal alanların sensörlerle donatılması ve bu araçların birbirleriyle iletişim halinde olmalarının sağlanmasıdır. Bu sayede, uydulardan alınan görüntüler işlenerek sensörlerden alınan veriler ile birleştirilmektedir. Bulut bağlantılı insansız hava araçları ile tüm tarımsal araziler gözlenebilmekte ve elde edilen bilgiler akıllı cihazlar ile anlık olarak takip edilebilmektedir. Bilgisayar tabanlı çiftlik yönetim sistemleri ile tarımsal üretimin tüm üretim süreçleri, kaynakların çiftliğe ulaşımından ürünün çıkışına kadar (tarladan sofraya) izlenebilmektedir. Özetle, tarımda akıllı sistemlerin uygulanması, hayvansal ve bitkisel üretimin verimi ve kalitesi için gerekli olan tüm bilgilerin kolayca elde edilebilmesini de sağlamaktadır”.

İTTM, tarımda bilişim teknolojileri kullanılarak üretilmiş veya üretilecek ürün ve hizmetlerin (akıllı tarım uygulamalarının) gerçek yaşam ortamında, gerçek kullanıcılar ve ürünler üzerinde test edilebileceği ve geliştirilebileceği bir açık inovasyon ortamı ve teknoloji geliştirme merkezi olma görevini üslenmeği taahhüt ediyor.  

Merkez amaçlarını şu şekilde sıralamaktadır:

  • Ar-Ge için gereken ekosistemin ve altyapının sağlanması;
  • Katma değer yaratan paydaşların bir araya getirilmesi;
  • Tarım teknolojileri araştırmalarının ticarileşmesinin ve finansmana erişiminin desteklenmesi;
  • Tarımda doğal kaynak kullanımının verimli ve etkin hale getirilmesi;
  • Gençlerin tarım sektörüne olan ilgilerinin artırılması;
  • Tarımda bilişim teknolojileri alanında yetkinliklerin geliştirilmesi.

İTTM çalışmalarını “Yaşam Laboratuvarı” (Living Lab)esasına göre planlayan merkez araştırma-geliştirme faaliyeti çıktılarını gerçek yaşam ortamlarında ve gerçek kullanıcılar ile uygulanabilirliğini test etmeyi planlamaktadır. Merkez eş zamanlı araştırma ve inovasyon süreçlerini bir kamu-kullanıcı-özel sektör-bilgi kuruluşları ortaklığı içinde birleştiren, kullanıcı merkezli, açık inovasyon ekosistemi oluşturmayı hedeflemektedir.   

Merkezin ilk aşamada ele alacağı konular görüntüleme sistemleri yani insan gözünün göremediği dalga boyunda veri toplayan özel kameralar ile bitki hastalık ve zararlılarının tespiti, rekolte tahmini, verim arttıracak hassas tarım gibi uygulamalar olacaktır. Aynı zamanda insansız hava araçları ile arazi görüntüleme, uzaktan algılama, bitkilerde hastalık tespiti ve girdi uygulama (ilaçlama vb.) konularında kolay, etkili, verimli uygulamalar da ilk ele alınacak konular arasındadır. Aynı zamanda sensörler, robotlar ve otonom cihazlar, tarım makinalarının (traktör, hasat makinası, vb.) otonom çalıştırılması ile verimlilikte artış, maliyet düşürücü, daha az ilaç, tohum ve kimyasal kullanımı, etkin ve verimli hasat merkezin çalışma hedefleri arasında.

İTTM’nin fiziki altyapısını oluşturmak üzere bina projelendirme, yapım işleri ve bazı laboratuvar ekipmanlarının temini amacıyla İzmir Kalkınma Ajansı’ndan Güdümlü Proje Desteği alınmıştır. 2021 Aralık ayında başlayan proje iki yıl sürecektir. Uygulama alanı olarak Menemen’de Eski Topraksu Araştırma Enstitüsü şimdiki “İzmir Menemen Uluslararası Tarımsal Araştırma ve Eğitim Merkezi” kompleksinde konumlanmıştır.

Üç banka ile iş ortaklığı ve onlarca iş birliği yapacağı kuruluşla merkezin başarılı olacağı beklenmektedir. Ne var ki tarım makinasından, uzaktan algılamaya; organik tarımından ilaç-gübre konularının bilirkişilerini bünyesinde barındıran Ziraat Fakülteleri daha işin başında devreye sokulmuş olsaydı, özellikle ileride uygulamalarda çıkabilecek sorunları minimize etme adına yararlı olabilirdi.

Nazimi Açıkgöz

Gıda Fiyatları Artış Nedenlerinin Yarışı

Tabii ki ilk aşamada tarım girdilerini karşılaştırmakla yola çıkacağız. Nedir bu girdiler? Tarla kirasını bir tarafa bırakırsak, başta iş gücü olmak üzere tohum, gübre, ilaç ve yakıt başlıca girdileri oluşturur. Makine ve sair giderler çok yıla dağıldığından gelin onları bu yazıda devre dışı bırakalım.

Tohum son zamanlara kadar her çiftçinin hasat ettiği üründen ayırdığı, yani para ödemek zorunda kalmadığı bir girdiydi. Fakat günümüzde neredeyse tüm çiftçinin satın alması gerekli bir meta olmuştur. Tohum da diğer tarımsal ürünlerde yaşanan fiyatlar artışlarından etkilenmektedir. Aynı akıbetten sebze tarımında kullanılan fide de nasibini almıştır. Ürününe göre değişmekle birlikte bazı tür ve kategoride %90 oranında ithal etmek durumunda olduğumuz hibrit domates tohumluğu ne yazık ki dövize endeksli bir girdidir. Tohumluk üretiminde süregelen özel durum, tarlası ve işçisi ile normal üretimden daha fazlaya mal olmaktadır.

Günümüz tarımında her bitkide gübre türü, uygulama zamanı, miktarı bilinçli bir şekilde uygulanagelmektedir.  Ne var ki gübre konusunda alabildiğine dışa bağımlıyız. Amonyum Nitrat, Amonyum Sülfat, Üre, Triple, Süper Fosfat, Di Amonyum Fosfat, Potasyum Sülfat, Potasyum Nitrat gibi Kompoze gübreler tarımsal ürün maliyetlerinde, %10-15 paya sahiptir. Ülkemizde fosfor (P) ve potas (K) hammaddesi ithal edilerek, Türkiye de gübre haline dönüştürülür. Yani gübre sanayimiz yıllık 5-6 milyon ton gübre gereksinimimizin ancak yarısını karşılayabilmektedir. Diğer yarısı ise ithal edilmektedir. O nedenle dünya piyasasındaki gübre fiyatlarının ülkemize yansıması kaçınılmazdı.  Hatta gübrede son zamanlardaki fiyat düşüşlerinin ülkemizde de olmasını bekliyoruz!

Dünyada gübre fiyatları dalgalanma göstermektedir. Bunu nedeni, arz ve talep dengesinin bozulmasından kaynaklanmaktadır. Dünya çapında artan talep, düşük üretim kapasitesi, kısıtlı hammadde kaynakları ve üretim maliyetlerindeki artış gibi faktörler gübre fiyatlarının artmasına neden olmaktadır. Ayrıca, gübrelerin üretiminde kullanılan hammaddelerindeki fiyat artışları da gübre fiyatlarını yükseltmektedir.

Son yıllarda dünya ham petrol piyasaları ise çok daha hareketliydi. 10 yıl öncesinde varili 120 dolar olan petrol fiyatı 2020 yılında 20 dolara düşerken, takip eden yıllarda 130 dolarları aşmıştır. Günümüzde 75 dolar civarında seyreden petrol fiyatlarının yanında dolar/Türk lirası ilişkisinin de gıda fiyatlarının yönlenmesinde etkili olacağı bir geçek. Petrol salt işletme içi için yakıt kullanımda değil, tarımsal ürünlerin yurt içi ve yurt dışı ulaşımı çerçevesinde ele alınmalıdır.

Kuraklık gibi hava ile ilgili olaylar da ürün maliyetini artırmaktadır. Ürün kıtlığı, hatta artan yurtdışı talepler gıda fiyatlarında artışa neden olabilmektedir. Yurt dışındaki savaş gibi nedenlerle üretimin aksaması veya Çin’de olduğu gibi alım gücünde yükselmeler, tarımsal ürün ihracatını artırabilmektedir. Bu durumda iç piyasa fiyatlarının yükselmemesi adına yaşanan ihracat yasaklamaları belleklerimizdedir.   

Tarımsal üretimde iş gücünün önemi yadsınamaz.  Son değişimlerle asgari ücretin de tarımsal ürün maliyetlerine yansıyacağı bir gerçek.

Konuyu hayvansal ürün fiyatlarına getirdiğimizde salt yemin üretiminde yukarıdaki girdilerin devreye girdiği yadsınamaz.  Yem bitkileri tohumunda ithal tohum oranı oldukça yüksektir. Asıl direk olarak ithal edilen soya ve mısır bazlı yemlere ödemelerin döviz olarak yapılması belki ülkemizde etin böylesine pahalı olmasınının en önemli nedenidir.  

Gıda ürünlerini genel enflasyondan ari tutulacağını beklememeyeyiz. Peki o zaman ne yapmamız gerekir? Üreticileri kooperatifleşmesi, sözleşmeli üretim gibi uygulamalar birer çare olabilir. Günümüzde çiftçi yaşındaki yükseliş hiç de küçümsenmeyecek bir olgu.

Tarımdaki nüfusa bakıldığında birçok batı ülkesi nüfusunun %1-2 si ile gıda sorunlarını hallederken, ülkemizde hala çift rakamlı bir çiftçi kadromuz var. Tabiiki bunun da üretim maliyetlerinde payı olacaktır.    

Tarımsal ürünler stratejiktir. Üretmediğin takdirde ithal etmek zorundasın. O nedenle özellikle son zamanlarda üretimden kaçma eğiliminde olan çiftçimizin desteklenmesi gerekir. Aslında  bu destek miktarı yasalarla belirlenmiş olmasına rağmen, maalesef tam manası ile uygulanamamaktadır. Bu konuda AB’nin üretici destekleme stratejilerinin örnek alınması yararlı olacaktır.

Gıda fiyatlarının sabit kalmasını gerçekçi bir tarım politikası sağlar. Çiftçi zarara edeceğini bile bile bir eyleme kakışmaz. Üretici önünü görebileceği bir ortamda ekip-biçecek, hayvan varlığına ona göre yön verecektir. Girdi artışları karşısında fiyatını artıramayan süt üreticisinin hayvanlarını satacağı muhakkak. İşte burada devlet devreye girmek durumunda. Ne var ki tarımla ilgili birçok konu devletin farklı birimlerine devredilmiş ve dolayısı ile asıl görevli Tarım Bakanlığı, gıda fiyatları ile ilgili kararları alıp uygulamada başarılı olamamaktadır.

Nazimi Açıkgöz

Tarımda Gen

İnsanoğlunun yaşamı tarımsal üretimle devam etmektedir. Tarım, hastalık – savaş dönemlerine bakmadan, değişen iklimi gözetmeden görevini devam ettirmek durumundadır. Bu aşamada insanoğlu, YEŞİL DEVRİMDE olduğu gibi kendisine yön vererek kat kat artan nüfusu beslemeyi sürdürmelidir. Tabii ki üretim olanak ve fırsatlarını değerlendirerek.

Bitkisel ve hayvansal üretimle ilgili gelişmelerin keşifler, buluşlar, yeniliklerle sağlandığı bir gerçek. İşte tüm bu atılımların ortaklaşa planlanarak yürütülmesi için Dünya Bankası, FAO, UNEP, WHO, UNDP, IFAD ve UNESCO birlikte önümüzdeki elli yıllık bir zaman için büyük bir proje hazırlandı. Tarımsal araştırma stratejilerinin neler olması gerektiğini belirleyen bu projede[1] (http://www.agassessment.org) dünya tarımsal üretimine yön verecek stratejileriler ortaya konmuştur.

Türkiye’nin bu konularda acele etmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Halbuki AB, bu konudaki hedeflerini çoktan belirlemişti. Öyle ki 2030’lara bitkisel gıdaların, öne çıkması beklenen beslenme alışkanlıkları çerçevesinde, kuzey Avrupa ülkelerinin Akdenizli gibi beslenmesi için AB’de baklagillere yönelik “çeşit geliştirme” araştırmalarına daha ilk Çerçeve Projelerinde yer verilmişti.

AB’nin bu kapsamdaki stratejileri ana ürünlerin genomik ve biyoteknolojiden yararlanarak sürdürülebilir üretim, verimi artırma, gıda ve yemde besin değerini artıracak araştırmalara odaklanmıştı. Kısacası AB’nin 2025’lere yönelik araştırmalara yaklaşımı “gen’e yatırım”a odaklanmaktadır.

Gen, canlılarda herhangi bir karakterin, örneğin bitki boyunun uzunluk-kısalığını yöneten kromozom parçasıdır. Bulunduğu fertten klasik ıslahla veya biyoteknolojik yöntemlerle başka çeşitlere aktarılabilmektedir.

Gene yatırımın cazip tarafı, Uluslararası Tarımsal araştırmalar Örgütünün (CGIAR) verilerinde dikkat çekmektedir. Buğday, çeltik ve mısır ıslahında sırası ile 70, 28, 15 milyon dolarlık harcamaya karşın sırası ile 2,500, 10,800 ve 660 milyon dolarlık kazanç sağlanmıştır.  Aslında bitki ıslahına yapılan yatırım getirilerinin YEŞİL DEVRİME nasıl yansıdığı Grafikten de kolayca anlaşılabilir.

Tarımda Yeni Genlere Gereksinimi var

Yeni bir çeşidin ömrü genelde ortalama 5-10 yıldır. Değişen ekolojik gelişmelere ayak uyduracak yeni genotipler gerekir. Yeni ortaya çıkan hastalık, zararlılara ve iklim koşullarına dayanıklı yeni çeşitler sürekli ıslah edilmelidir. Hayatımıza son zamanlarda giren organik tarım, dondurulmuş gıda, kurutmalık, pastacılık, konserve gibi yeni yeni tüketim koşulları için de farklı çeşitler geliştirmek durumundayız. Bitkinin bir fabrika gibi kullanılarak gereksinim duyulan A, C, E gibi vitaminler[2], arginin, methionin, lisin gibiamino asitler, karoten, likopen gibi antioksidanlar, kalsiyum, çinko, demir gibi mikro besin elementlerin üretimi endüstriyel olarak bitkilerden sağlanmaya başlamıştır. İşte bu hedeflere ulaşmak için de yine yeni genlere gereksinim duyulmaktadır.

Gen Ticareti

Her ülke tohumculuk sektörü gereksinim duyduğu  genleri kendi bünyesinde geliştiremez. Bu durumda, gerekli genin gereğinde devlet bazında sağlanması yoluna başvurulabilir.  Pakistan’ın bir gen satın alarak, ücretsiz olarak tüm ulusal tohumcu kuruluşlarının kullanımına vermesi (Cry3 geni); Brezilya’nın, yalnız ülkesindeki tohum şirketlerince kullanılmak üzere bir uluslararası firmaya bir çeşit sipariş etmesi ilk akla gelen örneklerdir.

Bir İsrail genomik firmasının[3] ticari partneri olan uluslararası tohum firmaları için hangi genleri geliştirdiğine bir göz atalım:

  • Bayer’e buğday verimini artırıcı, sıcağa-soğuğa toleranslı ve azottan daha fazla yararlanabilen buğday yarıyol materyali;
  • Limagrain’e verimi artırıcı, sıcağa-soğuğa toleranslı mısır yarıyol materyali;
  • Monsanto’ya verimini artırıcı, sıcağa-soğuğa toleranslı mısır, soya, pamuk, kolza yarıyol materyali;
  • DuPont’a sıcağa-soğuğa toleranslı mısır, soya; PAS hastalığına dayanıklı soya yarıyol materyali.

Türkiye’de gen temini konusunda en zorluk çeken bitki ıslahçılarından biri de bu satıların yazarıdır.  1970’lerde Ege Bölgesinde arpa-buğdaydan sonra ikinci ürüne uygun çeltik çeşidi ıslahı aşamasında gereksinim duyduğu erkenci genitörünü ancak beşinci yılda bulabilmişti[4].   

Gelişmekte Olan Ülkelere Bir Fırsat

İşte tam bu aşamada bizim gibi gelişmekte olan ülkelere yarıyol materyali, yani gen temini konusunda iki fırsatı değerlendirmemiz gerekir. Birincisi Üniversitelerimizde çok sayıda Moleküler Biyoloji ve Genetik programı açılmıştır. İkincisi dört yılda yeni bir çeşit geliştirme fırsatını veren “gen düzenleme-CRISPR” yöntemlerindeki hızlı gelişmeler[5].

Peki yukarıda değinilen yüzlerce gen gereksinimini üniversitelerin bu birimlerine yönlendiremez miyiz?  Önceki YÖK başkanlarından Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın, “Ülkemizde yetiştirilen domates ve buğday tohumlarının büyük bir kısmı, Amerika ve İsrail’den geliyor. Bir Türk aydını olarak bazen gerçekten kendimi çok küçük hissediyorum” ifadesi, Üniversitelerin olaya sıcak bakabileceğini göstermektedir. Gelin, tohumculuğumuzun beklediği binlerce genin-yarıyol materyalinin ülkemizden sağlanmasına çözüm bulalım.

Nazimi Açıkgöz

Moleküler biyoteknoloji, gen ticareti, bitki ıslahı, CRISPR, tohum ıslahı


[1] Bu satırların yazarı da söz konusu raporun 6.Bölümünün hazırlayıcıları arasında yer almıştır.

[2] Transgenik GOLDEN RİCE nihayet tescil edilerek ticarileştirilmiştir.

[3] http://www.evogene.com/Products/List

[4] Geliştirilen çeşit TOAG92 adıyla Milli Çeşit listesinde yerini almıştır.

[5] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2022/01/09/tarimda-gen-duzenleme-teknikleri-yayginlasiyor-2/

Yeşil Devrim Dünyayı Açlıktan Kurtardı

İkinci dünya savaşı sonrasında bölgesel kıtlıklar yaşanmaya başlamıştı. Tarımsal performansın yükseltilmesinin, sorunun çözümü olabileceğine inanan kişi ve kuruluşlar, tarımda yapılacak yeniliklerle bunun üstesinden gelinebileceğinden hareketle, hastalıklara zararlılara dayanıklı, yüksek verimli yeni çeşitler geliştirmek için kolları sıvadı. Sulama, ilaçlama ve gübreleme teknikleri geliştirildi. Ekim-dikim, hasat-harman işlerinin mekanizasyonunda gelişmeler sağlandı. Bu faaliyetlerin tümünün kombinasyonu tarım için bir devrim oldu. Verim ve dolayısı ile tarımsal üretim artarak, 1960’larda üç milyar nüfusu doyuramayan tarımsal üretim, 2000’lerde altı milyarları doyurur hale geldi. İşte bu, YEŞİL DEVRİM sayesinde oldu.

Daha ikinci dünya savaşı sırasında Meksika kendine yeterli olmayan gıda üretim sorununu çözmek için, ülkenin kuzey batısındaki kuru tarım arazilerini sulu tarıma dönüştürme arayışına başladı. Birleşmiş milletler (FAO), Rockefeller ve Ford Vakflarının da dahil olduğu bir konsorsiyum oluşturuldu. Ve 1943’te, sonradan “Uluslararası Mısır ve Buğday Geliştirme Merkezi’ni (CIMMYT)” ismini alacak bir araştırma enstitüsü kuruldu. Burada hastalık ve zararlılara dayanıklı ve gübre kullanmaya uygun kısa boylu yüksek verimli çeşitlerin geliştirilmesi yanında bazı yeni agronomik seçenekler de araştırılmaya başlandı.  

1950-1980 yıllarını kapsayan yeşil devrim döneminde buğday, çeltik ve mısırdaki ıslah çalışmaları diğer birçok bitkide sürdürüldü. Buğday ve çeltikte bitki boyunun melezleme yöntemleriyle kısaltılması sağlanırken, mısırda hibrit teknolojisinden yararlanılmıştı.

Buğdayda bitki boyunun kısaltılmasında bir Japon cüce buğday çeşidi (Norin10) genitör olarak kullanılmıştır. Geliştirilen o kısa boylu çeşitlerle verim katlanmış ve buğday ithalatçısı Meksika ihracatçı konumuna gelmiştir. 1960’larda Türkiye’ye getirilen “Meksika buğdayları” Anadolu ekolojisinin hastalık tür ve ırklarına yeterli dayanıklılığı gösteremezken, tüketici tercihlerinde de geride kalmış, ülkemizde fazla bir ekim alanı bulamamıştır.

Sonraki yıllarda Hindistan ve Pakistan’da da uygulanan buğdayda boyu kısaltma çalışmaları sayesinde bu ülkeler buğdayda kendine yeterli ülkeler grubuna girebilmişlerdir.

Bu aşamada Meksika buğday ıslahında öne çıkan Norman Borlaug 1964-1979 arasında Meksika’daki Uluslararası Mısır ve Buğday Geliştirme Merkezinin (CIMMYT) yönetimine getirildi. Dünyadaki açlık sorununun biyoteknoloji ile ortadan kalkacağını savunan Borlaug 1970’te, Asya ve Latin Amerika’daki gıda üretiminin baş aktörü olan Yeşil Devrim’e yaptığı katkılarından dolayı” Nobel Barış Ödülü’nün sahibi oldu.

Kısa boylu IR8 çeltik çeşidi “Peta” adlı bir Endonezya çeşidi ile “Dee-geo-woo-gen” adlı bir Çin çeşidi melezlerinden geliştirilmiştir. Bu çeşit, geliştirildiği Filipinler’i ve daha birçok komşu ülkeyi pirinç ithalatçısı iken ihracatçı yapmıştır.

1960’larda bitkisel üretimde bir başka gelişme, özellikle mısır, ayçiçeği gibi yabancı dillenen bitkilerde elde edilen hibrit-melez azmanlığı konusunda olmuştur[1]. 1920’lerde keşfedilmesine rağmen 1960’larda yaygınlaşan bu buluş, farklı ana ve babanın döllerinde (F1- birinci generasyonlarda) izlenen yüksek performansa dayanır[2]. Binlerce genotipten belirlenen iki genotipin söz konusu yüksek verimliliği pratiğe aktarılmış ve günümüzde mısır dekara verimi 1000 kg’ı aşmıştır.

Söz konusu hibrit olayı kendine döllenen bitkilerde de denenmiş ve günümüzde çeltikte büyük başarı sağlamıştır. Öyle ki bu teknik yardımı ile geliştirilen yeni çeşitler sayesinde pirinç ithalatçısı Çin, ihracatçı olmuştur. Söz konusu hibrit çeşitlerin ekim alanı günümüzde toplam ekim alanının %56’sını kaplamaktadır. 

Yeşil devrimden tüm dünya ülkelerinin yararlanması ve devrimi sonuçlarının sürdürülebilirliğini sağlamak için Dünya Bankası önderliğinde FAO ve diğer üst çatı örgütleri ile bir Uluslararası Tarımsal Araştırma Danışma Grubu (CGIAR) kuruldu. Bu örgüt konu odaklı 18 araştırma enstitüsü oluşturdu. Bunlardan biri de 1977 yılında Suriye’de kurulan “Uluslararası Kurak Alanlarda Tarımsal Araştırma Merkezi” (ICARDA) günümüzde görevini Lübnan’da sürdürmektedir.

Yeşil devrimle yakalanan diğer bazı çarpıcı sonuçlarına bir göz atacak olursak:

  • Devrim öncesine göre günümüz insanı %25 daha fazla kalori tüketilebilmektedir;
  • Salt 1950 ile 1984 arasında, dünya tahıl üretimi yaklaşık %160 artmıştır;
  • 37 ülkede çocuk ölüm oranlarında çarpıcı azalmalar sağlanmıştır.

Yeşil Devrim bu olumlu etki ve katkılarının ötesinde bazı tenkitlere de hedef olmuştur:

  • Ağırlıklı olarak gelişmekte olan ülkelerde artan refah doğum oranlarında artışları tetiklemiştir;
  • Devrim süresince ıslah edilen çeşitlerde protein, mineral vitamin gibi kalite faktörleri ihmal edilmiştir;
  • Devrim süresince Afrika adeta yok sayılmıştır.

Nazimi Açıkgöz


[1] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2022/10/23/tarimda-hibrit-kavrami/

[2] https://youtu.be/iVtwI4b0Y5k

Organik Sürdürülebilir mi?

Organik tarımın temelleri atılırken benimsenen felsefe gelecek nesillerin korunması, toprağa ve suya sahip çıkılması, enerjiden tasarruf, kimyasal gübre ve ilaç kalıntısı bırakmamak, tarımda çalışanların korunması gibi kimsenin hayır diyemeyeceği ilkelerden yola çıkılmıştır.

Dünya tarımında son 30-40 yılda transgenik (GDO) ve organik tarım öne çıktı. Birincisi ekilmekte olan arazilerin %15’ini, ikincisi %1,5’ğunu kaplamakta. Türkiye’de ise durum %0-%1.

Organik tarım pazarları ağırlıklı olarak gelişmiş ülkelerde yaygınlaşıyor. Avrupa ve ABD pazarları 58 milyar ve 57 milyar dolarlarla neredeyse dünya pazarlarının %95 ini temsil ediyor.

Tabiiki bu pazarlar yıldan yıla belirli artışlarla bu seviyeye geldiler. Örneğin Avrupa’da 2021 yılında bir önceki yıla göre %12’lik bir artış yakalanmıştı. Bunda Covid-19 salgınının payı muhakkak olmuştur. Ne var ki 2022 yılında bir artış değil bir eksiliş yaşanmıştır. 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin AB üyesi ülkelerin ekonomilerini önemli ölçüde etkileyen zincirleme etkileriyle durum değişti. Enerji maliyetleri ve gıda fiyatlarının neden olduğu ticaret kesintileri ve artan enflasyon her tüketiciyi etkiledi. Paradan tasarruf etmek için birçok tüketici daha ucuz gıda ürünleri almayı tercih etti ve 2022 yılında organik pazarı tahmini %5 geriledi.

Bu gelişme AB organik pazarının uzun vadeli büyümesini hedefleyen, Avrupa Komisyonu’nun Yeşil Mutabakat stratejilerini revize ettirebilir. AB tarımının işleyiş şeklini ve AB tüketicileri için gıda üretimini temelden değiştirmeyi amaçlayan AB, bu strateji kapsamında 2030 yılına kadar CO2 emisyonlarının ortadan kaldırılmak, enerji verimliliğinin geliştirilmek için, kimyasal pestisitlerin kullanımının %50 azaltılması, gübre kullanımının en az%20 azaltılmasını hedeflemişti. Yine 2030 yılına kadar AB’deki organik tarım arazilerinin yüzde 25’e ulaştırmak için organik ürünlerin üretimini ve tüketimini artırmayı planlamıştı.

Düşük gübre arzı ve enerji artışlarının yanı sıra çok kurak bir yaz, ayçiçeği ve mısır gibi temel ürünlerde sırasıyla yüzde 12 ve yüzde 16 oranında düşüş yaşanması Avrupa tarım sektörü için bir fırtına yarattı[1]. Savaşın da etkisiyle gıda güvencesi çerçevesinde Polonya, İspanya ve Macaristan AB’nin “Tarladan Çatala” organik tarım uygulamaları ile ilgili yönergelerin değiştirilmesi doğrultusunda harekete geçtiler.

Dünyanın diğer ülkelerinde de organik tarım teşvik edilmektedir. ABD de sebze ve meyvenin %15’i organik tarımla elde edilmektedir. Hatta son zamanlarda göre organik tarım küçük aile işletmelerin ötesinde orta işletmelerce de benimsenmiştir. Organik tarımın daha büyük arazilere kayması adeta kaçınılmazdı. Daha büyük çiftlikler, küçük işletmelere göre toprak işleme açısında büyük avantaja sahiplerdir. Küçük işletmelerin el işçiliğinin ve toprak işlemenin çözümünde gerekli makinelere yatırım yapacak sermayeleri sınırlıdır. Zaten ABD’de büyük çiftlikler %97 mekanize olmuşken bu rakam küçük işletmelerde %54’lerde kalmaktadır.

2021 baharında ise Sri Lanka Başkanı Rajapaksa bir grup bilim adamı ve tarım uzmanının uyarılarına rağmen, pek anlaşılamayan bir karar aldı: Sentetik gübre ve pestisit ithalatını neredeyse bir gecede yasaklayarak milyonlarca çiftçisini organik tarım yapmaya zorladı.  Bu kararda organik tarımın yayılmasını savunan ve birçok uluslararası grup tarafından da aktif olarak desteklenen STK’ların etkisi büyüktür. Ne var ki bu gübresiz ve ilaçsız organik tarım, özellikle buğday ve çeltik gibi tahıllarda %30’a varan ürün kayıplarına neden olmuştur.

İki-üç yıllık arazi hazırlığının yanında konvansiyonel ürüne göre daha az ürün alınan organik tarımda, devlet desteği kaçınılmazdır. Üç araştırmacının Dünya çapındaki yayınları tarayarak yaptıkları meta araştırmada, altı kategori ürünün konvansiyonel-organik ürün fark yüzdelerine baktığımızda 3’den %33’e bir dağılım gösterdiği grafikte sergilenmektedir.  

Söz konusu farkı kapatma adına bazı öneriler öne çıkmaktadır. Peki bitki yetiştiricileri bunlarla nasıl başa çıkabilir? Klasik bitki ıslahı ile yeni, dayanıklı çeşitlerin geliştirilmesi uzun yıllar gerektirir. Bu nedenle uygun genotiplerin geliştirilmesi için yeni stratejilerin, yeni teknolojilerin devreye sokulması kaçınılmaz görünüyor.

Organik arımın standartlar saptanırken o dönemin tartışmalı konularından GDO’suz üretim de yönetmelik maddelerine eklenmiştir.

ABD’de 1996 yılında başlayan mısır sap kurduna dayanıklı GDO’lu çeşit kullanımı 2020’lerde %90’nın üstüne çıkmıştır. Böylece hektara 200 gr. atılan ilaç sıfırlanmıştır. Kimyasal ilaç kullanmayı sıfırlayan ve o organik tarımdaki verim kaybını kapatan “GDO’lu mısırın organik tarımı” düz mantıkla nasıl reddedilir? Dünyada hem organik tarım ve hem de tarımsal biyoteknoloji vizyonerleri bazı eski ve geçerliliğini yitirmiş yönergelerin yenilenmesi gerekliliğini savunarak, gelecekte yaşanacak gıda sorunlarına çözüm arayışına girmişlerdir.  Örneğin Tijeniro ve arkadaşları[2] “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Organik Olabilir” derken ve organik tarımda GDO’ların ekonomik, çevresel, beslenme ve gıda güvenliği ile ilgili endişelere gerek kalmadığını” dile getirmiştir. Ve devamla “GDO teknolojisinin organik amaçlarına ne denli olumlu katkıda bulunduğu açıklanıp, tüketicilere bilime dayalı bilgileri sunup, organik tarımda GDO kullanımının yarattığı artı değerler vurgulanmalıdır” demektedir. Kendisi “GDO’ların organik gıda üretimine dahil edilemeyeceğine dair mevcut politikanın modası geçmiştir, GDO’ların organik tarımda kullanılmasına izin veren mevzuatın ve bu konudaki politika değişikliğine gidilmelidir” görüşündedir. Tohum üretiminin GDO’lu ve organik tarımda aynı standartlarda yapılması yerinde olabilir.  

Ülkemizde GDO lu üretim yok. Yarının gıda güvencesi için yeni teknolojilere kucak açmak durumundayız. Bu nedenle bu gelişmeler henüz bizden uzak gibi dursa da bu konuda farkındalık yaratmak zorundayız. Özellikle karar organlarının bilgilendirilmesi gerekmektedir.

Nazimi Açıkgöz

[1] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2022/12/05/iklim-krizi-abnin-basini-agritmaya-basladi/

[2] [2] https://journals.lww.com/nutritiontodayonline/fulltext/2021/01000/genetically_modified_organisms_can_be_organic.6.aspx

Gıda Tüketimimiz Farklılaşırken(*)

İnsanın evrimi boyunca tüketilen gıdaların, yaşanılan ortam ekolojisine bağlı olarak değiştiği bir gerçek. Fakat günümüzün küreselleşen dünyasında, genelde standartlaşan gıda tüketimi, bu kez “tüketici tercihleri” nedeniyle değişim göstermektedir.

Antropogen (insan eliyle) kaynaklı küresel ısınmanın nedeni yer kürenin güneşin çevresindeki yörüngesinin ve ekseninin eğikliğindeki değişimidir.  İşte bu endüstrileşme öncesi iklim değişimleri insanları göçe, birçok canlı türlerinin yok olmasına, yiyecek tür ve çeşitlerini bazen neredeyse tamamen değişimlerine neden olmuştur.

Günümüzdeki gıda tüketimlerinde değişim trendlerini daha sağlıklı yaşam arzusuna ve refaha dayandırabiliriz. Son yıllarda tüketilen kalori miktarındaki artış bunu doğrulamaktadır.  

Nüfus artışı, küresel ısınma, artan refah seviyesi nedeni ile 2050’lerde, bugünkü üretilen gıda maddeleri miktarının %50-%70 artırılması gerektiği öngörülmektedir. Fakat gelecekte tüketeceğimiz ana besin maddelerinde aynı oranda değişim beklememeliyiz.

İşte burada tarım stratejistlerinin gelecekte hangi tarım ürününün ne miktarda tüketilmesinin beklendiğini bilme zorunluluğu öne çıkmaktadır. Bu soru başta FAO, Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD), Dünya Gıda Programı (WFP), Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI) ve CGIAR gibi çok sayıda uluslararası kuruluş raporlarında yanıt bulmaktadır. 

Ana ürünlerin 2005, 2006 ve 2007 yıllarında kişi başına yıllık tüketim ortalamaları ile 2050 yıllarında beklenen değerler ÇİZELGEDE ele alınmış ve farkların, gözlenen değerlere oranı (%) hesaplanarak son sütundaki verilere ulaşılmıştır. Bu rakamlara dayanarak, hangi ürünlerin daha çok tüketileceği kolayca anlaşılmaktadır. Bu verilere göre gelecekte bazı ürünlerin araştırmasına, yatırımına ve üretimine öncelik verebiliriz.

Bu verilerden hareketle, ülkemiz tarımında nasıl bir yeniden yönlendirme yapmamız gerekebilir sorusuna yanıt arayalım.

  • Önce kişi başına yıllık kilokalori değerinde beklenen artışa bir göz atalım: 2772’den 3070’e çıkması beklenen bu enerjinin karşılanması için gerek bitkisel ve gerekse hayvansal gıda tüketiminde artış olacağı için söz konusu ürünlerde, günlük kalori gereksinimini karşılamak için %11’lik bir artış sağlamak zorundayız. Nüfus artış oranını da ayrıca hesaplamamız gerekir.
  • Tahıl tüketiminde sanki bir değişim olmayacakmış gibi görünen “%1” aslında biraz yanıltıcı. Çünkü Çin gibi yüksek nüfuslu bir ülkenin hızla buğdaydan pirince geçişini izlediğimiz bu günlerde, tahılların kendi içinde ayrı bir değerlendirme yapılmasını zorunlu kılıyor. Nitekim Türkiye’de de kentleşmeden kaynaklanan nedenle, yıllık kişi başına pirinç tüketiminin son 30 yılda iki misline çıktığına bu linkte detaylı olarak değinmiştir.  
  • Kişi başına yıllık şeker tüketiminin belirtilen süre içerisinde 22 kg’dan 25 kg’a çıkmasının beklenmesi sakın şeker pancarı üreticilerini sevindirmesin. Çünkü şeker kaynağı olarak şeker kamışı öne çıkacaktır. Hatta şeker pancarı, ekim alanı daralacak tek kültür bitkisi olacaktır.
  • Baklagil tüketiminde bir kg’lık artış aslında bu grup bitkilerin %15 artışı anlamına gelmektedir. AB 7. Çerçeve araştırma projelerinde bilime dayalı biyoekonomik projelerinde önceliği baklagil ağırlıklı bitkilere vermiştir. Bu yaklaşımda ilke, Akdeniz diyetinin temel gıdası olan bu ürünün, özellikle kuzey Avrupa’ya yayılması, sağlıklı beslenme açısından toplumuna sahip çıkarken, sağlık giderlerini de azaltmaktır. Sulanır alanlarımızdaki genişleme nedeniyle, ekim alanları daralan mercimek, nohut gibi ürünlerde artık kendine yeterli olamayan Türkiye’nin baklagil üretiminde bir hamle yapması, araştırma ve destek programlarında yenilemeye gitmesi yararlı olacaktır.  
  • Çizelgede en fazla artış beklentisi bitkisel yağlarda izlenmektedir. İthalatçısı olduğumuz bu kategori için Türkiye’nin özel stratejiler geliştirmesi gerekecektir.
  • Et ve süt konusu tüketimi artması beklenen tartışılmaz ana gıda kaynaklarıdır. Çiftlik balıkçılığının hızla arttığı ülkemizin bu konuda farkına varmadan gerekeni yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Batı ülkelerinde hızlı bir şekilde devreye giren bitki bazlı et konusunda Türk gıda sanayicilerinin dikkatlerinin çekilmesi yararlı olacaktır[1].

Bu gıda kategorilerinin beklenen artışlarına göre her ülkenin gerekli yatırım ve araştırmalara yeniden yön vermesi gereği karşımıza çıkıyor. Peki, politikacısından bürokratına, bilim adamından, yatırımcı özel sektörüne bu detaylara ne oranda vakıfız? Geleceğin planlanmasında zaten adı geçen şahıs ve birimler değil de “düşünce kuruluşları” görev üstlenmişlerdir.

Daralacağı beklenen ekim alanlarına karşın daha fazla üretmek için birim alandan daha fazla verimi sağlayacak biyoekonomik araştırmalar için bütün ülkeler adeta yarış içindedirler. Diğer taraftan küresel ısınma ile birlikte oluşacak koşullara uyabilecek yeni çeşitler[2] için her ülke bitki ıslahına yönelik çok farklı sistemler-stratejiler geliştirmek zorundadırlar. Nitekim BRIC ülkeleri tarımsal araştırma sistemlerini adeta yeniden yapılandırmışlardır. BREZİLYA tohum ıslahının önemini fark eden ilk gelişmekte olan ülke olarak- Tarım Bakanlığı, Tohumculuk sektörünü ve Üniversiteleri Tarımsal Araştırma Konseyi “EMBRAPA” adı altında toplamıştır. Bu kuruluş Brezilya’nın birçok üründe dünya pazarında lider olmasını sağlarken, yalnız “çeşit geliştirme” ile de kalmamıştır. Geliştirilen çeşitler öylesine agronomik olanaklara fırsat yaratmıştır ki, üreticisine bir yılda iki soya ve bir yılda “buğday + soya” yani aynı araziden yılda iki ürün alma fırsatı sağlamıştır[3].

Hindistan tarımsal araştırmalarını ICAR (Hindistan Tarımsal Araştırma Konseyi) 59 enstitüsü, 69 Ziraat Üniversitesi ve 636 istasyonu ile onlarca kültür bitkisinde biyotek çeşit adayları ile ülkenin yarınları için gerekli yeni çeşit gereksinimini karşılamaktadırlar[1].

Ülke olarak bizim de Kamu, özel sektör ve üniversiteleri bir çatı altında toplayacak ulusal “Tarımsal Araştırma Konseyini” kurmamız gerekir.

Nazimi Açıkgöz


[1] (http://www.washingtonbanglaradio.com/content/14886714-new-paradigms-agricultural-research#ixzz2qmhyxNrv

(*) Not: Bu yazı bir YouTube videosu olarak da izleneblir: https://youtu.be/eu-LhuGNk0E

İklim Değişimi Gıda Krizleri Getirebilir mi?

Almanya’da sıcaklıkların 1881-2021 yılları arasında yıllık ortalamalardan sapmaların seyrine bakıldığında işin önemi ve ciddiyeti daha iyi anlaşılıyor (Grafik). Zaten tüm dünya kuruluşları bu iklim değişimin önemini kavramışlar, olayın gıdaya ve tarıma olumsuz etkileri konusunda acilen tedbirler almak üzere kolları sıvamışlardır. FAO, Avrupa Komisyonu (EC), Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD) ve Dünya Gıda Programı (WFP) kısa zaman önce, gıda gereksiniminin karşılanması için bir çerçeve iş birliği anlaşması imzaladılar. Amaç gıda güvenirliği ve güvenliği konusunda etkili, koordineli, sürdürülebilir yeni stratejiler geliştirmek.

İklim değişimi başta olmak üzere zorlayıcı diğer birçok neden var. Önce nüfusun 2050 yılında 9,5 milyara varacağı beklentisi… Ekim alanı verilerinden hareketle 1960 yılında kişi başına 4,3 hektarlık bir üretim alanı düşerken, bu rakamın 1980’de 3’e ve 2020’de 1,8 hektara gerilemesi zaten bilinene bir gerçek. Bir hektarlık tarım alanın doyurduğu kişi sayısını tahminlemeye çalışalım: 1960 yılında bir hektar 0,7 kişiyi, 1980’de 1,5 kişiyi, 2000’de 2,7 kişiyi doyurmuştur. 2020 yılında ise bir hektarın 4,2 kişiyi doyurmuş olması gerek. Buradan hemen önümüzdeki yıllarda birim alandan daha fazla ürün almanın kaçınılmazlığı ortaya çıkmaktadır.

İklim değişiminin beraberinde gelen ve tarımı olumsuz etkileyecek diğer bir etmen de artan sıcaklıklarla kuzeye kayabilecek hastalık ve zararlılardır. Olası etkilerini insan tasavvur etmek dahi edemiyor. Söz konusu değişimlerin artan olumsuz etkileri karşısında akla şu soru geliyor: İklim Değişimi Gıda Krizleri oluşturur mu?

Bu aşamada önce tarımsal üretimini sürdürebilir kılabilir miyiz sorusunu yanıtlamaya çalışalım. 

-Bazı ülkeler üretim modellerini değiştirmektedir. Arabistan’ın 2016 yılında su tasarrufu amaçlı olarak buğday tarımına son vermesi bir örnek olabilir mi?[1]

-Fransız bağcıların bağ tesislerini Birleşik Krallık’a kaydırmaları gibi, bazı üretimlere yeni alanlar yaratma olasılığı var mı?  

-Anıza ekim, ikinci ürün (Çin’de çeltikte yılda dört ürün bile alınabilmektedir), çift biçim, topraksız tarım, dikey tarım, şehirde çatı ya da depo-bodrum tarımı, permakültür gibi yeni uygulamalarla üretim artışları ne derece etkili olabilir?

-İklim değişikliği karşısında yarınki gıda maddelerini garantileme konusunda bitki ve hayvan ıslahı güvenilir kaynakları oluşturur. Daha şimdiden ağırlıklı olarak genetik mühendislik ve biyoteknolojiden de yararlanarak, kurağa dayanıklı mısır çeşitlerinin tescil edilerek üreticiye ulaştırılmış olması bunun bir ispatıdır. Peki bu ve benzeri uygulamalar yeterli olabilir mi?

-Yabancı döllenen ürünlerde verim artışını sağlayan hibrit tekniği Çin’de kendine döllenen bir ürün çeltikte uygulanmış ve bu ülke çeltik ekim alanlarının %56’sına hibrit çeltik ekerek pirinç ithalatçısı olmaktan kurtulmuştur[2]. Peki hibrit buğday çeşitleri geliştirerek buğday üretimini artırma şansı olabilir mi?

-“CRISPR-Cas9” gibi yöntemlerde, GDO’ların aksine dışarıdan herhangi bir  gen transferi olmaksızın, hedeflenen genin, işlem aşamasında uygulanan geçici DNA kesici enzimler yardımı ile susturulması, etkisinin artırılıp azaltılması, mikro-mutasyona tabi tutulması ile yeni genotipler yaratılmış oluyor. Bu yeni ıslah teknikleri[3]ile birçok ülkede bitki ve hayvan geliştirilmeye başlanmıştır. Bu tip biyoteknolojik yenilikler AB ve Türkiye dahil diğer ülke biyoekonomilerine kazandırılamaz mı?

-Toplumun et tüketimi azaltılarak tarımsal üretimde büyük bir değişimler sağlanabilir. Bu konuda bitkisel kökenli yapay et ve balık teknolojilerindeki gelişmeler[4] ümit vericidir. Arazi ve su kullanımı konusunda öne çıkan, iklim değişiminde de sıkça öne sürülen hayvancılığı ve balıkçılığı rahatlatacak bitki bazlı et, süt, peynir vs. üretim ve tüketiminin teşviki genelleştirilemez mi?

-Ürün kayıplarının yarıya indirilmesiyle 2050’lerde tarımsal üretim %20 artabilecektir.

Bütün bu sorular olumlu yanıtlansa bile, derecesi sabitlenemeyecek iklim krizinin gıda güvenirliği için en büyük tehdit olacağı bir gerçek.

Nazimi Açıkgöz


[1] http://blog.radikal.com.tr/ekonomi-is-dunyasi/kuresel-isinmanin-tarimda-ilk-can-sesi-suudi-arabistanda-bugday-tarimina-son-22873

[2]https://gazetekoseyazilari.com/blog/2022/11/24/bitki-bazli-baliklar-geliyor/

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2019/03/02/gen-duzenleme-ile-ilk-bitki-soya/

[4] http://blog.milliyet.com.tr/biyoekonomide-hayvancilik-ve-et-odak-noktasi/Blog/?BlogNo=588064

İklim Krizi AB’nin Başını Ağrıtmaya Başladı

Çoklarımız iklim krizi – küresel ısınma dendiğinde, AB ülkelerinin bundan en az etkilenecekler arsında olacağı görüşünde birleşirler. Okyanusta ortadan kalkacak adaların yanında, AB’deki iklim değişimi kaynaklı olumsuzluklar gerçekten neredeyse önemsenmeyebilir. İşi tarımsal üretim ve yiyeceğe ulaşım açısından ele aldığımızda da kuraklık nedeniyle ülkelerini terk etmek durumunda kalan Afrika kökenlilerle AB vatandaşlarını karşılaştırmak biraz garip görünebilir.

Fakat olaya yakından bir göz attığımızda görürüz ki:

  • 2022’nin bu yazı, Avrupa’daki çiftçiler için en sıcak yazlardan biri oldu. Bazı ülkede yaklaşık 500 yılın en kötü kuraklığı yaşandı[1] (Grafik);
  • Avrupa Komisyonu’nun Ortak Araştırma Merkezi’nin (JRC) yayınına göre AB’nin yüzde 17’sinde aşırı düzeyde kuraklık yaşanmış;
  • Mısır, soya fasulyesi gibi ürünlerde %30 a varan verim kaybı yaşanmış;
  • Macaristan, Romanya, Slovenya ve Hırvatistan’da çiçeklenme dönemi aşırı sıcaklara ve kurak dönemi rastlamış ve bu ülkelerde tahıllarda dane dolumu sorunları nedeniyle verim kayıpları gözlenmiş;
  • Elektrik, su ve sair üretim girdilerinde büyük bir artış yaşanmıştır. Bu girdilerden bazılarında fiyatı %300 artan kalemlere dahi rastlanmıştır.

Bu duruma bir çiftçi örgüt başkanının yaklaşımı, olayı daha net olarak aydınlatıyor: “ÇİFTÇİYE İHTİYAÇ ZAMANINDA KİM YARDIM EDECEK? Şimdiye kadar bu karmaşada bir yardım almadık. Bu nedenle çiftçilerin cebine giren doğrudan yardım talep ediyoruz. Pek çok insan, kırsalın günde üç kez yememiz için yiyecek ürettiğini unutuyor. Birçoğu kırsala sadece seçim dönemlerinde ayak basıyor ve verimli bir tarımın yapılmamasının gelecekte üçüncü ülkelerin eline geçeceğini unutuyor. Yiyeceklerle oynamamalıyız”

Avrupa daha geçen yıl organik beslenme adına, önümüzdeki yıllarda uygulanmak üzere bir seri kararlar almıştı[2]. Tabi bu kararlarda CO2 emisyonlarının ortadan kaldırılması, enerji verimliliğinin geliştirilmesi gibi hedefler de vardı. Bu kararlar: 2030 yılına kadar kimyasal pestisitlerin kullanımının %50 azaltılması, 2030 yılına kadar gübre kullanımının en az%20 azaltılması, 2030’a kadar organik tarım alanlarında %25′ ve organik su ürünleri yetiştiriciliğinde belirli bir artışın olması vb. Ne var ki iklim krizi ve savaşın da etkisi ile, Polonya, İspanya ve Macaristan söz konusu “Tarladan Çatala” yönetmeliklerinin değiştirilmesi doğrultusunda harekete geçtiler.

AB’de gıda güvenirliği doğrudan tehdit altında olmasa da Avrupa Birliğinin kuşkusuz karmaşık bir dönem geçirdiği bir gerçek.  COVID-19’un devam eden etkileri, dünya gıda, enerji ve gübre piyasalarında fiyat şokları yanında bazı hammaddelerin kıtlığına yol açan mevcut jeopolitik durum inkâr edilemez. Enflasyonun yükseldiği günümüzde uygun fiyatla gıda sağlanması AB Üye Devletleri için de geçerli.

Birliğin bu yılki başkanlığını yürüten Çek Başkanlı yıllık toplantıda tarım konusunu öne çıkartmıştır.  Bu hem gıda güvenirliği ve hem de sürdürülebilirlik ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına açısından önemlidir.

Gündeminde tohumculuk ve yeni çeşitlerin ıslahı konusu öncelikler arasında yer almaktadır[3].  Yeni gen teknikler olarak bilinen ve yeni çeşitlerin ıslah sürelerini kısaltan yöntemlerin AB’de de yeterince desteklememesi dile getirilirken, bu ve benzeri yeniliklerin AB dışında gelişmesi sorgulanıyor. Söz konusu modern teknik ürünlerinin AB dışında gıda ve yem güvenliği, sürdürülebilir tarım, biyolojik çeşitlilik ve gıda sistemleri üzerinde olumlu etkileri gözlenirken, AB’nin bu konuda rekabet şansını yitirmesi büyük bir dezavantaj kabul ediliyor.

Çek başkanlığı ilaveten, AB’nin sosyo-politik yeşil stratejisinin bu tekniklerin faydalarını inkarını gerektirmediğini, bu yöntemlerle kısa sürede ıslah edilen çeşitlerin örneğin, kuraklığa, tuza dayanıklılık, erkenci-geçci çeşitlerin geliştirilerek iklim değişikliği çerçevesinde tarıma ve gıda üretimine yararlı olacağı görüşünde. 

Çek Cumhuriyeti, Romanya, Litvanya, İsveç ve İtalya gibi üye devletleri Avrupa Adalet Divanı’nın gen düzenlenme konusundaki kararlarının yeniden gözden geçirilmesi için çağrıda bulunurken, AB’nin organik tarım savunucuları yeşiller, söz konusu kararları desteklemeye devam ediyor. Bilindiği gibi gen düzenlemeleri AB dışındaki hiçbir ülkede GDO’dan farklı mevzuatta değerlendirilirken, AB ve ülkemizde aynı  kefeye konulmaktadır.  

Nazimi Açıkgöz


[1] https://european-seed.com/docs/books/volume-9/issue 4/?page=30&utm_campaign=European+Seed+Marketing&utm_ medium=email&utm_source=hs_email

[2] https://www.euractiv.com/section/agriculture-food/news/organic-farming-improved-but-still-flaws-with-traceability-eu-auditors-find/

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2020/10/11/kimya-nobel-odullulerinin-bulgu-sonuclari-coktan-market-raflarina-ulasti/

Tarımda Hibrit Kavramı

Çin’de kendine döllenen çeltikte hibrit çeşitlerin devreye girerek %15-20 verim artışı sağlanması, kendine döllenen diğer ürünlerde de aynı teknolojinin uygulanabileceğini gösterdi.

Mısır, ayçiçeği gibi yabancı döllenen ürünlerde yüzyıllardır kullanılan hibrit yani melez azmanlığı uygulamasında ilk generasyonlarda yüksek bir performans yakalanmasına karşın, sonraki generasyonlar, genetik açılım nedeniyle tekrar ekimlerde verim düşmektedir.

Melez azmanlığı veya heterozis, aynı türe ait farklı iki genotipin (çeşit, hat) melezlerinde yani F1 olarak bilinen ilk generasyonlarında, ana ve babaların üstünde sergilenen performanstır. Yabancı döllenen bitkilerde yüzlerce yıl önce ticarileştirilen bu genetik buluş, tüm canlılar için genellenemez. “Melez güzeli” gibi deyimler olayın toplumca da özümlendiğini göstermektedir. Biraz daha açacak olursak, melez gücü “AA” ve “aa” genlerine sahip ana ve babanın “Aa” genotipindeki (evlat, döl) ilk generasyonlarda” üstün performans yakalanmasıdır. Genelde daha uzak genetik kökenli ana-baba ile daha yüksek melez gücü elde edileceği beklentisi vardır. İşte bu gücün hangi ana-baba ile yakalanacağı tohumculuk firmalarınca araştırılmaktadır. Ticari uygulamalarda anaçlar 4-5 yıllık bir “kendileme” ile saflaştırılırlar.

Hibrit teknolojisinin en çarpıcı gözlendiği mısır örneğine geri dönecek olursak (grafik), 1920’lerde 170 kg/da olan verimin günümüze 770 kg/da’lara ulaşmasına şahit oluruz. Her ne kadar tüm dünya da bu teknolojiyi kullanmakta ise de bu genetik keşif gübre, su ve ilaç vs. desteği de göz ardı edilemez.

Özellikle günümüzde daralan ekim alanları, buna karşın artan nüfus, bitkisel üretimde birim alandan kaldırılan üründe artış gerektirmektedir. İşte söz konusu heterozisten yararlanarak verimi yükseltmek amacıyla Çin bitki ıslahçıları kendine döllenen yani hibrit gücü göstermeyeceği beklenen çeltikte hibrit çeşit geliştirme çalışmaları başlatmışlar. Uzun yıllardan sonra normal çeşitlerden %30 daha fazla ürün veren hibrit genotipler geliştirdiler.  İlginçtir, 2022 itibarı ile Çin’in çeltik tarlalarının %56’sı melez çeşitlere ekilidir. Pirinç ithalatçısı ülkenin kendine yeterli konuma gelmesi hibrit çeltiğin tarıma kazandırılması ile gerçekleştirilmiştir.

Doğal olarak kendine döllenen çeltikte hibrit çeşitlerinin geliştirilmesi mısır gibi yabancı döllenen bitkilerde uygulanan tekniklerden çok farklıdır. Genetik-sitogenetik erkek kısır hatların elde edilmesi, bunların sürdürülebilmesi gibi bitki ıslah teknikleri Çin’de salt bu konuda enstitülerin kurulması ile gerçekleştirilebilmiştir.

Hibrit çeşitlerin tarımı başta ABD ve Hindistan olmak üzere birçok çeltik üreticisi ülkede uygulanmaktadır.  Oldukça masraflı olan tohum eldesi, aynı zamanda karlı bir iş kolu olarak uluslararası tohumculuk firmalarının eline geçmiştir. 2022 yılı 2,5 miyar USD olan hibrit çeltik tohumluk pazarının 2032 yılında 5,6 milyar USD a ulaşacağı tahmin edilmektedir. 

Hibrit teknolojisinin kendine döllenen bitkilerden yalnız çeltikte öne çıktığı sanılmasın. Hindistan’da üretimi yapılan transgenik (GDO’lu) pamuk da hibrittir. Yalnız burada amaç hibrit gücünden yararlanmadan çok tohum satışını her yıl yapabilmeye yöneliktir.

Türkiye’nin sebze ihracatındaki başarısının arkasında kalite yatmaktadır. Bu kalite de sebze tarımında kullanılan hibrit tohumdur. Türkiye ithal ettiği tohumuma ödenen 220 milyon doların yarısı hibrit sebzeye aittir. Maalesef yerli sebze tohumumuz gereksinimimizin sadece %4’ünü karşılamaktadır. Bu rakamın yıllar itibarı ile artış göstereceği beklenmektedir. Yerli hibrit çeşitlerimizin ihracatındaki artış, tohumculuğumuz açısından ümitvar görülmektedir.

Peki, tarımsal üretim açısından böylesine umut verici teknolojileri ürünlerine, yani hibrit tohumlara “ebter-kısır” damgası vurarak yapılan karalamalara ne demeliyiz!

Nazimi Açıkgöz

Organik Tarım Uygulamalarında Bazı Gelişmeler

Dünyadaki uygulamaları sınırlı olmakla beraber hala artış gösteren organik tarımda bazı gelişmeler izlenmektedir. Düşük gübre arzı ve enerji artışlarının yanı sıra çok kurak bir yaz, ayçiçeği ve mısır gibi temel ürünlerde sırasıyla yüzde 12 ve yüzde 16 oranında düşüş yaşanması Avrupa tarım sektörü için bir fırtına yarattı (1).Savaşın da etkisiyle gıda güvencesi çerçevesinde Polonya, İspanya ve Macaristan AB’nin “Tarladan Çatala” organik tarım uygulamaları ile ilgili yönergelerin değiştirilmesi doğrultusunda harekete geçtiler. Bilindiği gibi AB’de tarım sektörünün daha sürdürülebilir hale getirilmesi için bazı eylemler belirlenmiştir[1]: CO2 emisyonlarının ortadan kaldırılması, enerji verimliliğinin geliştirilmesi, 2030 yılına kadar kimyasal pestisitlerin kullanımının %50 azaltılması, 2030 yılına kadar gübre kullanımının en az%20 azaltılması, 2030’a kadar organik tarım alanlarında %25′ ve organik su ürünleri yetiştiriciliğinde belirli bir artışın olması gibi…

Dünyanın diğer ülkelerinde de organik tarım teşvik edilmekte ve aşama yapmaktadır. ABD de sebze ve meyvenin %15’i organik tarımla elde edilmektedir. Hatta son değerlendirmelere göre organik tarım küçük aile işletmelerin ötesinde orta işletmelerce de benimsenmiştir.

Organik tarımın daha büyük arazilere kayması adeta kaçınılmazdı. Daha büyük çiftlikler, küçük işletmelere göre toprak işleme açısında büyük avantaja sahiplerdir. Küçük işletmelerin el işçiliğinin ve toprak işlemenin çözümünde gerekli makinelere yatırım yapacak sermayeleri sınırlıdır. Zaten ABD’de büyük çiftlikler %97 mekanize olmuşken bu rakam küçük işletmelerde %54’lerde kalmaktadır.

Büyük işletmelerin organik tarıma girmelerinde şu dört özellik öne çıkmaktadır: “düşük ürün çeşitliliği”, “yüksek mekanizasyon”, “toptan pazarlama” ve “yerel olmayan pazara erişim”.  

Organik tarım uygulamasının bir ülke ekonomisini olumsuz etkilemesi ise gerçekten ders alınması gereken bir olaydır. Mayıs 2022’de Sri Lanka, uluslararası kreditörlerin verdiği kredileri geri ödeyememesi nedeniyle iflas etti ve IMF temsilcileriyle 3 milyar dolarlık bir kurtarma paketi için müzakerelere başladı. Peki ülke bu duruma nasıl geldi? 2019’un sonunda vergi indirimleri hükümet gelirlerini düşürmüş, 2020’de Covid-19 salgını turizm endüstrisini büyük bir yıkıma uğratmış ve hızla yükselen enflasyon yangını daha da alevlendirmişti. 2021 baharında ise Başkan Rajapaksa bir grup bilim adamı ve tarım uzmanının uyarılarına rağmen, pek anlaşılamayan bir karar aldı: Sentetik gübre ve pestisit ithalatını neredeyse bir gecede yasaklayarak Sri Lanka’nın milyonlarca çiftçisini bir yerde organik tarım yapmaya zorladı.  Bu kararda organik tarımın yayılmasını savunan ve birçok uluslararası grup tarafından da aktif olarak desteklenen STK’ların etkisi büyüktür. Ne var ki bu gübresiz ve ilaçsız organik tarım, özellikle buğday ve çeltik gibi tahıllarda %50’ye varan ürün kayıplarına neden olmuştur[2] (Grafik!).  

Bitkisel üretimde kullanılan suni gübreler onların azot, fosfor, potas gibi besin madde gereksinimlerini karşılamaktadırlar. Aşırı kullanımlarının çevreye olumsuz etkisi yadsınamaz. Ne var ki verim artışındaki rolü de yok sayılamaz. O nedenle gerek geçim için ve gerekse ihracat amaçlı üretimlerde eksiklikleri üretici – çiftçi için %30-40 civarında verim kaybı demektir.  Organik tarımın beraberinde gelen tarımsal kimyasalların devreden çıkarılması belki gelişmiş ülkelerde sorun yaratmayabilir. Fakat gelişmekte olan ülkelerde bu çerçevede yapılacak reformların ekonomik, politik ve sosyal açıdan çok iyi değerlendirilmesi kaçınılmazdır.

Çek Cumhuriyeti, Romanya, Litvanya, İsveç ve İtalya gibi üye devletleri Avrupa Adalet Divanı’nın gen düzenlenme konusundaki kararlarının yeniden gözden geçirilmesi için çağrıda bulunurken, AB’nin organik tarım savunucuları yeşiller, söz konusu kararları desteklemeye devam ediyor.

Nazimi Açıkgöz


[1] https://www.euractiv.com/section/agriculture-food/news/organic-farming-improved-but-still-flaws-with-traceability-eu-auditors-find/

[2] http://blog.radikal.com.tr/ekonomi-is-dunyasi/organik-tarimi-desteklemekle-fakirden-kisip-zengine-mi-veriyoruz-96601

Türkiye Tohumculukta Bölge Lideri Olabilir

Birçok uluslararası tohum firması mısır, ayçiçeği gibi hibrit (F1) tohum üretimini ülkemizde yapar. Bunda ekolojinin uygunluğunun yanında, çiftçimizin tohumluk üretim kültürüne sahip olması etkili olmaktadır. Tabiiki bu olayda kazan-kazan felsefesi devreye girmektedir. Peki ülkemiz tohumda kendine yeterli midir?

200 milyon dolarlık tohum ithalatına (grafik!) karşın 170 milyon dolarlık ihracatla soru negatif yanıtlanabilir.  Fakat binlerce çalışanı ve yüz yıldan uzun mazileri, özel kamu üniversite işbirlikleri ile uluslararası tohum firmalarının hibrit tohum araştırma sonuçlarını yakalamamız beklenmemeli. Henüz 1980’lerde kurulmaya başlamış özel sektör tohum firmaları ancak “ÇEŞİT” ihraç aşamasına gelebilmişlerdir.

Katma değeri yüksek tohum ve tohumculuğun ülkemizdeki geleceği çok iyi irdelenmelidir. Dünyada hızlı gelişen tohum ıslah tekniklerinden başlayarak, ihracat potansiyeline kadar birçok konu, stratejilerinin belirlenmesinden planlamaya, projelendirmeye, yasal düzenlemelere yön verebilecek uzman kadroların bir araya gelerek yol haritasının belirleme zamanı gelmiştir.   

2017 verilerine göre dünya ticari ve ticaret dışı (çiftçinin kullandığı) tohum pazarı 62 milyar dolar civarındadır. Bu meblağın üçte biri iç, üçte biri dış ticarete yöneliktir. Ticaretteki tohumun %42si transgenik yani GDO tohumdur. Türkiye dünya tohum pazarında takribi 800 milyon dolarlık ciroyla 11. sıradadır. Tohum ihracatında ilk 20 ülke arasında adı geçmemekle birlikte ithalatçılar sıralamasında yine 11. sıradadır.

Bitkisel üretimde tohum, fide veya fidanla yola çıkılır. Tabiiki bunların genetiği, hedeflenen, adı belirlenmiş çeşide ait olmalıdır. Bunun başlangıcı bitki ıslahı ile uğraşan kamu, özel sektör ve üniversitelerde ıslah edilip, tescil edilen çeşit-genetik hatlardır. Değişen çevre ve hastalık-zararlı ortamı için her ülke çiftçisine yeni çeşitler sağlamalıdır. Bu çeşitler melezleme, mutasyon, hibrit çeşit geliştirme gibi yöntemlerle ıslah edilir. Çeşidin önemini şu iki olay daha iyi yansıtacaktır:

Kuruluşları 19.yüzyıllara dayanan batı bitki ıslah firmaları, tohumculukta hep ön saftadırlar. 1980’li yıllarda tohumculuğun özelleşmesi ile başlayan Türk özel sektör tohum firmaları oldukça yeni kurulmuş, küçük veya küçük-orta işletmelerdir. Buna karşın Tarım ve Orman Bakanlığının (TOB) araştırma enstitüleri yeni çeşit geliştirme konusunda oldukça başarılıdır. Günümüzde mevcut tescilli tarla bitkileri çeşitlerinden %25’i, meyve çeşitlerinde %49’u ve sebze çeşitlerinde de %4’ü bu kuruluşlara aittir. Bir enstitü dünyada ilk defa 3 adet çekirdeksiz limon çeşidi geliştirmiştir. Tarımsal Araştırma Enstütülerinin ıslah ettikleri yerli çeşitlerden: Sudan, Suriye, Azerbaycan, İran, Irak ve Türkmenistan’a (4) buğday; Tacikistan, Sudan, Benin ve Suriye’ye (4) pamuk; Romanya, Rusya ve Fransa’ya ayçiçeği; Suriye, Bulgaristan, Romanya, G. Kıbrıs, Ukrayna ve Rusya’ya (3) nohut; Bulgaristan (4), Makedonya (3), İspanya (2), Ukrayna (3), Rusya’ya (2) çeltik çeşidi satılmıştır (parantez içleri satılan çeşit sayısını göstermektedir).

Türkiye pamuk tohumculuğunda da oldukça aşama yapmıştır. Ülkemizde ekilen 42 tescilli ve koruma altına alınmış çeşitten 26’sı Tarımsal Araştırma kuruluşlarına, 12’si özel sektöre, 4’ü yurtdışı kuruluşlarına (İkisi Üniversite) aittir. Bir ıslahçı firmamızın geliştirdiği üç pamuk çeşidinin (MAY455, MAY505 ve MAY344) ABD’de tescillenip koruma altına alınmış olması da ilginç olsa gerek[1][2]. Türkiye’de tescilli bir pamuk çeşidi de Benin, Sudan, Suriye ve Tacikistan’a satılmıştır.

Burada “çeşit” ve “tohum” satışının farkını açıklamakta yarar var. Çeşit satışında ıslahçı hakları-royalite söz konusudur. Yani satılan çeşitte, çiftçinin ekip ürettiği üründen belirli bir oran ıslahçısına, yani ülkemize döner. Eğer bu gelişmeler sürdürülebilirse, yurt dışı pazarlar, daha yüksek bir çeşit ihraç potansiyelinden söz edebiliriz. Çünkü 11 Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkelerinden hiçbiri tarımsal araştırma yatırımlarını Birleşmiş Milletlerin önerisi olan, tarımsal gelirin %1’ini araştırmaya yönlendirmemiştir. Aynı durum Ekonomik İş Birliği Teşkilatı (ECO, Afganistan, Azerbaycan, İran İslam Cumhuriyeti, Kazakistan, Kırgızistan Cumhuriyeti, Pakistan, Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan) ülkelerinin birçoğu için de geçerli. Yani yeni Türk tarım ürünlerine ait çeşitler için potansiyel ihracat noktalarıdır. Bu ülkelerde tohumculuğun gelişmesini engelleyen ana sorun, vergi sistemlerindeki aksaklıklar ve tohumculukta en önemli konu olan ıslahçı hakları sorununun çözümlenememiş olmasıdır. O nedenle de komşularımız ÖZEL SEKTÖRÜ ARGEye yeterince yatırım yapamamıştır. İşte komşularımızın bu durumunu tohumcularımız fırsata dönüştürebilir.

Türkiye 2019 verilerine göre 170 milyon dolara ulaşan ihracatı ile orta doğuda, tohumculuğu hızla gelişen bir ülkedir. Yukarıda örnekleri verilen “çeşit” (ıslahçı hakları!) ihracatına başlayan Türkiye, geliştirilecek stratejilerle, komşularının tohum tedarikçisi olabilir. Yeter ki, bu konuda kendi ARGE’mizi zekice yönlendirebilelim.

O nedenle tohumculuğumuz acil yeni stratejiler gerektiriyor

  • ohum firması tescil ettirdikleri-koruma altına aldırdıkları yabancı çeşitler için yıllardır milyonlarca dolar royalite- ıslahçı hakları ödemektedirler;
  •    İşte bitki ıslahında süreyi dört yıla indiren CRISPR gibi yeni bitki ıslah tekniklerinin ülke tohumculuğuna kazandırılma zamanı gelmiştir;
  • işletmelerdir. Batının köklü firmaları ile rekabet edebilmeleri için, bu firmalara kol-kanat gerecek bir çatı kuruma gereksinim büyüyor. Yerli firmaların genetik materyal desteği acil yeni çözümler beklemektedir. Özellikle tohumculuktaki Ortadoğu’daki lider pozisyonunu sürdürebilmesi için!

Burada kamu, üniversite ve özel sektörün bir çatı altında toplandığı, Brezilya’nın EMPREPA[3] benzeri bir “Türkiye Tarımsal Araştırma Kurumu” oluşturulması yerinde olacaktır.

3. Tarım Orman Şurası 18-21 Kasım 2019 tarihler arasında Ankara’da gerçekleştirildi. 300’den fazla hedef ve stratejinin belirlendiği Şura’nın Sonuç Bildirgesi yayınlandı. Bildirgede kararlar 60 maddede toplanmıştır. Bu yazıyı ilgilendiren 28. madde “Ar-Ge ve inovasyonda kaynakların daha etkin kullanılması için kamu, özel sektör ve üniversiteleri de kapsayacak yeni bir kurumsal altyapının oluşturulması” şeklindedir. Bu karar Türk tohumculuğunun kurumsal bir alt yapısı oluşturulması için başlangıç noktası olabilir.

Sahip olduğu iklim, toprak, nüfus ve biyolojik çeşitliliği ile ülkemiz bir tarımsal ürün ihracat patlaması yapabilir. Coğrafi nedenlerle Türk tarımının, ihracat potansiyeli çok yüksektir. Ancak, bu potansiyelin harekete geçirilmesi için “Yeni Stratejilere” de gereksinim vardır. Tarım ve Gıda araştırmaları ve üretim planlamaları, yarınların değişen tüketimine odaklanmalıdır[4]. Örneğin tahıl tüketiminde kişi başına yıllık tüketimin azalacağı, baklagil ve sebze tüketiminde ise  tersine artacağı tahmin edilmektedir[5].  Bu durumda, potansiyel baklagiller ve sebze ekim alanı ile coğrafi açıdan avantajlı olan Türkiye, bu fırsatlardan neden yararlanmasın?

Yarının tarım programları şekillenirken, bu ve benzeri öngörülerden yola çıkmak zorundayız.

Nazimi Açıkgöz


[1] http://blog.milliyet.com.tr/tohumda-ortadogu-liderligi/Blog/?BlogNo=621548

[2] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2020/06/21/turkiye-ve-komsularinda-tohumculuk/

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2019/03/17/brezilyada-tarimin-yukselis-sirri-arge/

[4] http://blog.milliyet.com.tr/yarinlarin-gida-tuketiminde-carpici-degisimler-/Blog/?BlogNo=445982

[5] Loboguerrero, A., et al. 2018. “Feeding the World in a Changing Climate: Available online at http://www.gca.org.

Yanlış Tarım Politikaları mı Sri Lanka’yı İflasa Sürükledi

Suriye krizini neredeyse tamamen küresel ısınmanın olumsuz etkilerine dayandıranlar olmuştur. Bazıları ülkede kuraklığın sağlıksız su yönetimi nedeniyle yaşandığı savındadırlar. Taban suyunun takip edilmeyişi, su tüketimi fazla olanbitkilere geçiş (ihracat potansiyeli yüksek pamuk tarımı!) gibi, su kullanımındaki kritik konular, yetkililerce göz ardı edilmiştir. İlginçtir, su kullanım plan ve projeleri olan bazı ülkeler, gerekli tedbirleri çoktan almıştı. Nitekim Suudi Arabistan daha 2013 yılında, 2016’dan itibaren, ülke su varlığında tasarruf amacı ile buğday tarımının yasaklama kararını getirdiğini duyurmuştu.

Organik11 buğdayverimi.pngYanlış tarım politikalarının ülkeyi krizlere götürebileceği örneğine maalesef gelişmekte olan bir başka ülkede izlemekteyiz: Sri Lanka. Ekonomik kriz yüzünden ayaklanan halkın, sarayını basması üzerine Devlet Başkanı Gotabaya Rajapaksa’nın ülkeden kaçıp istifasını göndermiştir. Mayıs 2022’de Sri Lanka, uluslararası kreditörlere verdiği kredileri geri ödeyememesi nedeniyle iflas etti ve IMF temsilcileri 3 milyar dolarlık bir kurtarma paketi için müzakerelere başladı. Peki ülke bu duruma nasıl geldi?

2019’un sonunda vergi indirimleri hükümet gelirlerini düşürmüş, 2020’de Covid-19 salgını turizm endüstrisini büyük bir yıkıma uğratmış ve hızla yükselen enflasyon yangını daha da alevlendirmiştir. 2021 baharında ise Başkan Rajapaksa bir grup bilim adamı ve tarım uzmanının uyarılarına rağmen, pek anlaşılamayan bir karar aldı: Sentetik gübre ve pestisit ithalatını neredeyse bir gecede yasaklayarak Sri Lanka’nın milyonlarca çiftçisini organik tarım yapmaya zorladı.  Bu kararda organik tarımın yayılmasını savunan ve birçok uluslararası grup tarafından da aktif olarak desteklenen STK’ların etkisi büyüktür. Ne var ki bu gübresiz ve ilaçsız organik tarım, özellikle buğday ve çeltik gibi tahıllarda %50’leri aşan ürün kayıplarına neden olmaktadır[1] (Grafikler!).  

Organik11.pngBitkisel üretimde kullanılan suni gübreler onların, fosfor, potas gibi besin madde gereksinimlerini karşılamaktadırlar. Aşırı kullanımlarının çevreye olumsuz etkisi yadsınamaz. Ne var ki onların verim artışındaki rolü de yok sayılamaz. O nedenle gerek geçim için ve gerekse ihracat amaçlı üretimlerde, onların eksikliği üretici – çiftçi için %30-40 civarında verim kaybı demektir.  Organik tarımın getirdiği tarımsal kimyasalların devreden çıkarılması belki gelişmiş ülkelerde sorun yaratmayabilir. Fakat gelişmekte olan ülkelerde bu bağlamda yapılacak reformların ekonomik, politik ve sosyal açıdan çok iyi değerlendirilmesi kaçınılmazdır.  Nitekim AB’de Tarım sektörünün daha sürdürülebilir hale getirilmesi için birçok eylem belirlenmiştir[2]: CO2 emisyonlarının ortadan kaldırılması, enerji verimliliğinin geliştirilmesi, 2030 yılına kadar kimyasal pestisitlerin kullanımının %50 azaltılması, 2030 yılına kadar gübre kullanımının en az%20 azaltılması, 2030’a kadar organik tarım alanlarında %25′ ve organik su ürünleri yetiştiriciliğinde belirli bir artışın olması vs[3].

Durumu AB’den bir Romen gazeteci (Carmen Avram) köşesinde “öngörülebilir bir felaket” olarak tanımlarken, yazısına “Yeşil Anlaşma felaketinin habercisi: Organik tarımın neden olduğu iflas, bugün Sri Lanka’da, yarın tüm Avrupa’da” başlığını kullanmışlardır[4]. Yazar devamla “Romanya’nın AB ülkeleri arasında en az suni gübre ve zirai ilacı kullandığı göz önüne alındığında, Avrupa Komisyonu bizden bunları 2030 yılına kadar %50 oranında azaltmamızı talep ediyor. Bu üretimin sürdürebilirliğini sağlayan dört tarımsal girdinin devre dışı bırakılması anlamına geliyor. Bu üretkenliğimiz ve verimliliğimiz üzerinde yıkıcı bir etkiye yapacak, binlerce çiftçinin iflas riski ile karşı karşıya kalacaktır. Peki çiftçilerimizin sağlayamadığı ürün boşluğunu ithalatla doldurmaya kalktığımızda, lojistik vs. sorunlarla, çevreye daha büyük zarar vermeyeceğimizi kim garanti edebilir?”  

Nazimi Açıkgöz


[1] http://blog.radikal.com.tr/ekonomi-is-dunyasi/organik-tarimi-desteklemekle-fakirden-kisip-zengine-mi-veriyoruz-96601

[2] https://www.euractiv.com/section/agriculture-food/news/organic-farming-improved-but-still-flaws-with-traceability-eu-auditors-find/

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2021/05/26/ab-tariminin-gelecegi-icin-nasil-hazirlaniyor/

[4] https://www-national-ro.translate.goog/stiri-externe/fenomenul-sri-lanka-anunta-dezastrul-green-deal-falimentul-provocat-de-agricultura-ecologica-768576.html?_x_tr_sl=auto&_x_tr_tl=en&_x_tr_hl=en&_x_tr_pto=wapp

Dünya Tarımında Verimin Önemi: Buğday Örneği

Dünyanın en güncel konularından biri gıda krizidir. Bu kriz, savaşlardan çevre ve iklim değişimine, ekonomik krizlerden sağlık krizlerine kadar bir türlü çözülmeyen yoksulluk ve eşitsizliğin birbirini tetiklemeleri sonucu ortaya çıkan çok faktörlü bir sorun yumağıdır.

Olayın net olarak kavranması için kriz nedenlerini birlikte değil de tek tek ele almak belki pek sağlıklı bir yaklaşım olmayabilir. Fakat söz konusu nedenlerin, en azından krizin azaltılmasındaki payı belirlenmiş olur. O nedenle burada buğday örneği ile dünyada tarımsal ürünlerin birim alandan elde edilecek verim artışının gıda krizinde ne gibi bir rol oynayabileceği ele alınacaktır.

2020 sezonunda Dünya buğday üretimi 761 milyon ton olarak gerçekleşmiştir. Ne var ki iklim değişimi buğday ekim alanlarını daraltacak gibi görünüyor. Nitekim Avustralya artan girdi maliyetleri nedeniyle buğday ihracatçısı olmaktan çıkmak üzeredir. S. Arabistan 2016 yılından itibaren küresel ısınma nedeniyle buğday tarımını sürdüremeyeceğini ilan etmiştir. ABD’de 1970’lerin buğday ekim alanı, biyoteknolojiden yararlanarak karlılığını artıran mısır ve soya karşısında son 20 yılda 1/3 oranında daralmıştır[1]. Türkiye’de de buğday ekim alanının 10 milyon hektardan 7,8 milyon hektara çekildiği de bir gerçek.

1960’larda 110 kg/da olan dünya buğday veriminin, 2020’larda 347 kg/da a çıktığı bilinmektedir. Bu rakamın artan nüfus ve iklim değişiklikleri nedeniyle 2050’lere doğru 380 kg/da a çıkartılması zorunlu görünüyor. Aksi takdirde söz konusu yıllarda, yıllık tüketim beklentisi 860 milyon tonu karşılamak olanak dışı görünüyor

Kişi başına yıllık tüketimi artmayacak, tersine azalacak tek gıda maddesi buğday olarak tahmin edilmektedir (2005 de 68,5 kg/yıl/kişi den 2023 de 66,2 kg/yıl/kişi ye düşüş)[2]. Özellikle buğday ağırlıklı beslenen ülkelerde, kentleşme, yaşlanma, küreselleşme, gelir artışı ve kültürel farklılaşma gibi bir seri sebebin yanı sıra tüketim alışkanlıkları nedeniyle söz konusu tahminin gerçekleşmesi beklenmelidir. Gelir düzeyi arttıkça karbonhidratlı ürün tüketimindeki düşüşe karşın sebze ve et tüketiminin arttığı yadsınamaz. Diğer taraftan son yıllarda buğdayın, gluten içeriği nedeniyle sebep olduğu çölyak dışında, bazı nörolojik hastalıkların tetikleyicisi olduğu da öne sürülmektedir.

Birim alandan daha fazla ürün kaldırmak için tüm tarım paydaşları bir yarış içindedir. Bilim adamından üreticiye hep daha yüksek verim hedeflenmiştir. Hatta politikacılar da bu yarışa katılmışlar ve Birleşik Krallıkta 2020 yılında buğday veriminin 20 ton/hektara çıkartılabileceğini, araştırıcılarına hedef olarak göstermişlerdir. Bu konuda bitki ıslahçılarının gayretleri YEŞİL DEVRİMİ beraberinde getirmiştir.

2015 yılına gelindiğinde, Yeni Zelanda’lı Mike Soalris’in Guinness’e kayıtlı 1,56 ton/da buğday verim rekoru İngiliz “The Beal Farm” tarafından egale edilerek, yeni bir dünya rekoru gelmişti: 1,65 ton/da[3].

Şimdi bazı ülkelerin 2000, 2010 ve 2020 yıllarında bir dekardan elde ettiği buğday verimlerine grafikte bir göz atalım. Hemen Britanya ve Almanya gibi yağışlı kuzey ülkelerinin verim ortalamalarının 700 kg/da civarında olduğu izlenebilir. Yalnız son 20 yılda Britanya’da verim düşerken, Almanya’da artması ilgi çekicidir. Genelde verimin son 20 yılda Rusya ve Ukrayna’da olduğu gibi %84 ve %92 düzeylerinde artırılabildiği bir gerçek.

Olayı Türkiye açısından ele alacak olursak, son 20 yılda %29’luk bir artış sağlamamıza rağmen henüz dünya ortalamasını yakalayamadığımız anlaşılıyor. Çin ise dünya ortalamasının üstünde bir performans ve %54’lük bir artışla sanki ileride kendi buğday gereksinimini karşılayabilecek gibi görünüyor.

Teorik biyolojik buğday verimi değil de rekor verimi olan 1600 kg/da verimlere ulaşma olasılığı her zaman gündemde kalacaktır. Biz gelin o rekor verimin nasıl elde edildiğine bir göz atalım:

1,65 ton/da ile yeni dünya rekorunu kıran, agronomist danışman destekli İngiliz “The Beal Farm”da (Newcastle) en uygun çeşit olan yemlik DICKENS’i seçip, ideal tohum teknolojilerini ve en uygun agronomik koşulları (ekim zamanı, sıklığı, toprak hazırlığı vs.) yerine getirip, su, gübre, ilaç, hormon vs. girdileri en ideal şekilde uygulanmıştır. Özellikle toprak iyileştirmesi için en uygun alet-ekipmanı kullanarak, taban taşı kırması, toprağın gevşetilmesi, ufalanması ve karıştırılmasını sağlanmış, ayrıca yıl boyunca çok miktarda humus da toprağa karıştırılmıştır. Doğal olarak toprak ve yaprak analizleri de sürdürülmüştür. 2014 yılının eylül ayının üçüncü haftası yapılan ekimde dekara 18,5 kg tohum kullanılmıştır (m2’ye 333 tohum). Yapılan yaprak analiz sonuçlarına göre bakır, çinko, bor ve magnezyuma dayalı yaprak gübreleme işlemleri yerine getirilmiştir. Ayrıca, çiçeklenmeyi ve hücre bölünmesini teşvik etmek ve değişik streslere dayanıklılık sistemin geliştirmek amacı organik asit uygulanmıştır. 31 kg/da azotlu gübre dört aşamada verilirken, dört de fungusit uygulaması yapılmıştır. Hasat ise 1 Eylül 2015 tarihinde gerçekleştirilmiştir.

Böyle bir verimin gerçekleşme şansı pek sınırlı görününse de insanlığın gelecek kaygısını biraz hafifletiyor. 

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu makalenin bir özeti http://blog.milliyet.com.tr/tarimda-verimin-onemi–bugday/Blog/?BlogNo=639593

linkinde “Tarımda Verimin Önemi: Buğday” başlığı ile yayınlanmıştır.


[1] http://www.bloomberg.com/news/articles/2016-04-20/america-is-losing-out-to-russia-in-the-wheat-wars

[2] https://gazetekoseyazilari.com/blog/2022/05/28/bugday-gluteni-colyak-disinda-da-mi-etkili/

[3] http://www.fwi.co.uk/arable/northumberland-grower-breaks-world-wheat-yield-record/

Buğday Gluteni Çölyak Dışında da mı Etkili

İnsanoğlunun avlama-toplama sistemini arkada bıraktığından beri yaşanan olumlu veya olumsuz gelişmeler gıda tür ve miktarında değişmelere neden olmuştur. Bitki ve hayvan yetiştiriciliği, işleme, saklama, pazarlama ve diğer tekniklerindeki gelişmelerle gelinen günümüzde, tüketimde bazı sağlık sorunları öne çıkmaya başlamıştır. İşte bu nedenle birçok gıda tür veya miktar yanında işleme tekniklerinde de değişiklik yapma zorunluluğu doğmuştur.

İnsanoğlunun rutin gıdalara alerji, duyarlılık (intolerans) gibi reaksiyonlarında gıdalardaki değişiklikle sorun kolayca çözümlenebilmektedir. Fakat buğday, mısır, pirinç gibi çok tüketilen ana gıda maddelerindeki herhangi bir duyarlılığa alternatif bulunması pek kolay görünmüyor.

Buğday glutenine reaksiyon-çölyak hastalarının olayı bu konuda çarpıcı bir örnektir. Buğday, arpa ve çavdar içindeki gluten bağırsak hücrelerine zarar vererek, bağırsak geçirgenliğine yol açar. 2000’li yıllarda her 100 kişide bir görülen bu hastalığın artışından söz edilmektedir.  

Söz konusu glüten proteinin yapı taşıdır. Buğdayda %12-18 oranında bulunan proteinin %60-70’i glütendir. Glüten ekmeklik buğdaya kabarma, süngerimsi ve elastiki yapı, makarnalık buğdaya makarnanın kaygan, akıcı görünüm kazandırır.

Glüten gliadin ve glutenin protein fraksiyonlarından oluşmaktadır. Buğday çeşitlerine ait gluten oranları ise %26,7 ile %33,5 arasında değişir.

Buğdayda protein fazlalığı alımlarda prim yapmaktadır. Toprak Mahsulleri Ofisi makarnalık buğday alımlarında zaman zaman %7’ye varan fiyat farkı ödemektedir. Protein yüzdesi 13,5<1. Sınıf, 12,4-11,5 2. Sınıf ve 11,4> 3. Sınıf olarak kabul edilip pirimlendirilir. Makarna sanayi ise daha da ileri giderek daha yüksek glüten miktarı ve glüten indeksi aramaktadırlar. Bu durum Türk buğday ıslahçılarını verimin yanında kaliteye de önem vermeye yöneltmiş ve 1960’larda tescil ettirilen örneğin Kunduru makarnalık buğdayında protein oranı %12-13’lerde iken, son yıllarda ıslah edilen yeni çeşitlerde bu %17-18’leri bulmuştur.

Bu durumda giderek yükselecek protein, dolayısı ile gluten oranları ile buğdaylarımızın çölyak hastaları ve glüten alerjik, gluten intolerans (duyarlı) kişilerce tüketilmesi sorunlu görünmektedir. Bu konuda buğday yalnız da değildir. Arpa, yulaf ve çavdarda da gluten içermektedir.

Dünya buğday üretimi son yıllarda ortalama 780 milyon ton olmuştur. Buradan dünyada yıllık kişi başına 95 kg buğday tüketimi hesaplanabilir.

Böylesine yüksek miktarda buğday tüketiminin yaşandığı dünyada, glütene duyarlı çölyak yanında onlarca nörolojik hastalığı tetiklediği için ekmek yani buğday tüketiminden tamamen vaz geçilmesini öneren bir beslenme akımı yükselmektedir[1],[2].  Söz konusu nörolojik hastalıklar dikkat eksikliği ve hiperaktiviteden başlayarak: anksiyete, kronik stres, kronik baş ağrıları ve migren, depresyon, şeker hastalığı, epilepsi, odaklanma ve konsantrasyon problemleri, arterit, uykusuzluk, gluten alerjisi, bağırsak sendromu gibi bağırsak rahatsızlıkları, alzheimer başlangıcı olarak kabul edilen hafıza problemleri ve hafif bilişsel sıkıntılar, obezite şeklinde belirtilmektedir.  

Önce dünyada insan beslenmesinde yılda kişi başına 95 kg civarında tüketime sahip buğdayın yerine geçebilecek herhangi bir bitkisel seçeneğin olup olmadığına bir göz atalım.  Bir sıcak iklim bitkisi olan pirinç ilk akla gelebilir. Ama bir serin iklim bitkisi olan buğday ekim alanlarında yetiştirilemez. Buna rağmen Türkiye dahil birçok ülkede son yıllarda kişi başına yıllık buğday tüketimi azalma trendine girerken, pirinçte bir artışa şahit oluyoruz.  Ülkemizde 2000’li yılların başında kişi başına 230 kg/yıl olan buğday tüketimi 2019larda 177 kg/yıla düşmüş buna karşın pirinç tüketimi 3 kg’dan 8 kg’lara çıkmıştır. Acaba bu salt refah seviyesi ile açıklanabilir mi? Bazı temel gıda tüketimlerinde 2030 yılı tahminlerinde tüm diğer gıdalarda farklı oranda artış izlenirken, buğdayda düşüşün sebebi ne olabilir? (Grafik).

Ne ilginçtir ki buğday dışı beslenme seçenekleri arayanlar için özel sektör acilen karabuğdayı piyasaya sürdü bile. Buğdayla hiç ilgisi olmayan kuzukulağıgiller familyasında, greçka olarak da bilinen bir bitki.

Bu durumda tüm dünya buğday paydaşlarının konuyu tartışmaya açmasında yarar var. Sanayinin ve bilimin kabul ettiği protein düzeyinde, kurağa, sıcağa, su basmalarına dayanıklı yüksek verimli yeni buğday çeşitleri ıslah etmekte geç kalmasak!

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti http://blog.milliyet.com.tr/bugday-gluten-colyak-ve-otesi/Blog/?BlogNo=639400 portalında “Buğday Glüten Çölyak ve Ötesi” başlığı ile yayınlanmıştır.


[1] Perlmutter David 2016: Tahıl Beyin (Özgün Adı: Grain Brain), Pegasus Yayınları: 1102 (2.Basım)

[2] Davis William 2020: Buğday Göbeği (Özgün Adı: Wheat Bally), Pegasus Yayınları: 967 (3. Basım)

Gelecekte Çiftçi Kalacak mı?

Bütün dünyada tarım konusunda en çok tartışılan konulardan biri de çiftçilerin yaşıdır. Genç çiftçilerin tarımdan uzaklaşması karşısında hükümetler değişik yöntem arayışına başlamışlardır. Bu arada Almanya’da özel projeler, genç çiftçileri tarımsal üretimde tutmak üzere potansiyel adayların eş bulabilmeleri için çevrimiçi çöpçatanlık platformları oluşturmuştur. Bazı ülke basınında yer alan “Dünyada Çiftçiler Tükeniyor mu?”[1] veya “Yaşlanma krizi çiftçiliği tehdit ediyor”[2] gibi haber başlıkları boşuna değildir.

Türkiye’de de kırsalda yaşayan nüfusun azalmasının ve ortalama çiftçi yaşının yükselmesinin tarımsal üretimi nasıl etkileyeceği konusunda ciddi endişeler, kaygılar var.  Bu konu tümümüzü ilgilendirmektedir. O nedenle olayı her kesim (ferdi, kamu, STK ve vakıf vs.) önce farkındalık yaratma ve sonra ciddi çözüm önerileri ile gündemde tutmak zorunda olup devamında da bu konuda kendilerine büyük görevler düşecek olan STK ve vakıflar için görüşler oluşturulmalıdır.

Kırsalda nüfusun azalmasında, daha doğrusu çiftçi nüfusunun yaşlanmasında birçok neden vardır. Ücretsiz aile işçiliği belki de gençlerin kentlere göç etmesindeki nedenlerden ilk akla gelendir. Gelişen sosyal yaşamda, genç kızların bir çiftçi eşi olarak hayatını sürdürmek istememesi gibi ciddi bir noktaya gelinmiştir. O nedenle gençlerin kentlere göçü adeta bir zorunluluk olmuştur.

Çiftçi sayısındaki düşüşün ülke ekonomisi için ilginç bir tarafı vardır. %2 çiftçi oranı ile tarımsal üretimini sağlayan bir ülke ile %10 oranı ile aynı üretimi sağlayan ülkeyi karşılaştırdığımızda, ikinci ülkenin %8’lik bir nüfusu adeta boşuna beslediği gibi bir sonuç da çıkarılabilir.

Avrupa’nın tarım arazilerinin yarısından fazlası 55 yaş üstü çiftçiler tarafından ve yaklaşık üçte biri 65 yaş üstü çiftçiler tarafından yönetiliyor. Buna karşılık, toplam arazi alanının sadece %6’sı 35 yaş altı çiftçiler tarafından yönetiliyor. Çiftçilerin yaş ortalamasına bir göz atacak olursak İngiltere’de 59 ve Japonya’da dünyanın en fazla yaşı olarak 67’yi görürüz.

Grafikten de anlaşılacağı gibi Türkiye’de çiftçi sayısı (kırsal nüfus değil) son 12 yıl içinde bir milyondan 540 bine inmiştir. Gerçi son 20 yılda ekim alanlarımızda da belirli bir daralma yaşanmıştır. Ne var ki üretimden kopmalar, ekilebilir alanların boş bırakılmaları “pandemi-savaş-küresel ısınma-ekonomik sorunlar” sarmalındaki Türk tarımına pahalıya mal olacaktır.

Tarımsal üretimi çiftçi açısından irdelemeye çalışalım: Önce olayın ekonomik tarafını ele alalım. Maalesef serbest dünya pazarında, artan ve tahminlenemeyen girdi maliyetleri ile ürün fiyatlarının dengesi kolay kurulamıyor. Ve dolayısıyla çiftçinin gelir garantisi yok. İşte tarımdan kopmalar, kaçmaların, hatta çiftçi intiharlarının ana nedeni bunlardır. Ayrıca sosyal açıdan bakıldığında hangi birey, hafta sonu veya genelde tatil yapamadığı mesleği seçmek ister.

Birçok ülkede tarım sektöründe görülen intihar oranlarına hiçbir diğer sektörde rastlanmaz. İntiharların ana nedeni olarak üretim maliyetlerinin artması, kurak, don, aşırı yağış gibi iklimsel etkenler belirlenebilir. EUROACTIV’in bir yayınına göre[3] Fransız çiftçilerinde iki günde bir intihara rastlanıyor. Bu intiharlara, genelde 45-54 yaşlarında küçük çiftçilerde rastlanmakta. Aynı yayına göre Almanya ve Belçika’da da durum farksızdır.

Birçok devlet sürdürülebilir tarımsal üretim için yeni uygulamalara gitmişlerdir. Çiftçiyi üretimde tutmak ve yaşlanan çiftçilerin yerine geçebilecek genç adayları devreye sokabilmek için değişik biçimlerde devlet destekleri devreye sokulmuştur. Örneğin AB’de de 41 yaş altı üreticiler için hektar başına 50 €’luk bir meblağın dışında daha birçok sübvansiyon kaynağı yaratılmış. Yunanistan’da söz konusu amaç için 420 milyon € ayrılmışken, Slovakya hükümeti genç çiftçi adaylarına başlangıç sermayesi olarak 50.000 € sağlamaktadır.

Birleşmiş Milletler, FAO, Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD), AB kırsal kalkınma başlığı ile değişik projeler uygularken göçün önlenmesi ve genç çiftçilerin tarımsal üretimde kalması hedeflenmişti. Tarım Bakanlığınca yürütülen Kırsal Dezavantajlı Alanlar Kalkınma Projelerinin dışında, diğer kaynaklarca desteklenen amaca uygun projelere bir göz atmakta yarar vardır. Ülkemizde yerli atılımlarla konuya çözüm olabilecek seçeneklere bazı örnekler:

  • Onlarca yıl önce tasarlanmış ve hatta uygulamaya başlamış bir KÖYKENT projesi örneği hala akıllardadır;
  • Gerek bugüne kadar tarım dışı kalan ve gerekse bundan sonra boşalacak arazilerin tekrar tarıma kazandırılması için “orta” ve “büyük” işletmelere dönüşüm kaçınılmazdır. Bu konuda kamu-özel sektör-vatandaş iş birliği ile yürütülen “Yozgat Kabalı Köyü Meyvecilik Projesi”  bir başka örnek olabilir ;
  • Bitlis’in Tatvan ilçesindeki 5 köyün katılımı ile bir Vakıf tarafından kurulmuş Kavar Tarımsal Kalkınma Kooperatifi, sürdürülebilir özellikleri ile bir model proje olabilir;
  • Ravanda Havzası Kırsal Kalkınma Projesi ;
  • Göksu Taşeli Havzası Kalkınma Projesi;
  • Kır-Kent Dayanışma Ağları: Kars-Boğatepe projesi diğer başka bir örnektir.

İşte ülkemiz tarımının sürdürülebilirliği, kırsalda yaşam şansı görmeyen potansiyel çiftçi adaylarını üretimde tutabilmek için bir şeyler yapmak durumundayız. O nedenle, yukarıdaki örnekler doğrultusunda amaca yönelik projeler üretecek veya destek olacak kişi ve kuruluşların desteklenmesi için bütün imkanları seferber etmek zorundayız. Bu konuda, o göçle büyük şehirlerde toplanan vatandaşların oluşturduğu hemşeri derneklerinin ve kuracakları vakıfların farkındalık yaratma adına kapılarını çalmakta yarar olsa gerek.  

Nazimi Açıkgöz 

Not: Bu yazının bir özeti http://blog.milliyet.com.tr/gidakrizivebilim/Blogger/?UyeNo=2306357 linkinde “Çiftçiliğin Geleceği“ başlığı ile yayınlanmıştır.


[1] https://european-seed.com/2022/04/the-world-is-running-out-of-farmers-whats-the-answer/

[2] https://www.bbc.com/future/bespoke/follow-the-food/the-ageing-crisis-threatening-farming/

[3] https://www.euractiv.com/section/agriculture-food/news/one-french-farmer-commits-suicide-every-two-days-survey-says/

Türkiye’nin Yem Sorunu Çözüm Bekliyor

Yem ekonomik bir meta olmanın ötesinde, Ukrayna savaşı, Pandemi ve küresel ısınma gibi nedenlerle sorunları tavan yapan tarımsal ürün olarak, tüketiciyi ilgilendiren bir girdi olmuştur. O nedenle sektör dışındakiler için yemle ilgili bazı çarpıcı konulara değinmekte yarar görülmüştür.

Hayvan varlığımız 18,5 milyon civarında büyükbaş, 54 milyon civarında küçükbaş ve milyarlarca tavuktan oluşmaktadır.

Büyük ve küçükbaş hayvan beslemesinde mısır silajı, yulaf, fiğ, yonca, korunga, saman gibi kaba yemin yanında kesif yem dediğimiz karma-fabrika yemi kullanılır.   

1950’lerde henüz dikkat çeken bir tüketimi olmayan karma yem, kırsaldan göç, çayır-meralarda daralma, hızlı nüfus artışı gibi nedenlerle bugün büyük bir endüstri oluşturmuştur. Öyle ki yem sanayi son on yılda yıllık %3 büyüyerek 27 milyon tonluk bir üretime ulaşmıştır (Grafik). 

Türkiye’de karma yem ağırlıklı olarak ahır hayvancılığı, besi ve yumurta tavukçuluğu ve balıkçılıkta tüketilmektedir. Bu yemler hayvanlara yarayışlı çok çeşitli hammaddeleri karıştırarak elde edilir. Bu hammaddeler değişik hububat (arpa, buğday, çavdar, akdarı, yulaf), küspeler (ayçiçeği, fındık, pamuk, soya), hayvansal kökenli proteinler (balık, et-kemik, kan unları, tavuk ve mezbaha kalıntıları, kemik unu), yağlı tohum, buğday kırığı kepeği gibi değirmen atıkları, selektör altı baklagiller, melas, malt çimi, mineraller, vitaminler, kireç taşı gibi katkı maddeleri, iz elementler, hormonlardan oluşmaktadır.

İşte Türkiye karma yem üretim hammaddelerden mısır, soya, kepek, küspe vs.nin ithalatı için yıllık ortalama 4 milyar dolar ödemektedir. Ki bu meblağ karma yem hammaddesinin yarısına karşılık gelmektedir.  Söz konusu rakam aynı zamanda tarımsal ürün ithalatımızın da ¼’ünü oluşturur. Bu hammaddelerden soya ve mısır başı çekmektedirler. 2019 verilerine göre soya (%95’i ithal) ve mısır ithalatı sırası ile 2,6 ve 3,6 milyon ton olmuştur. Karma yem üretimimizin 15 milyon tonu büyükbaş, 10 milyon tonu kanatlı yemidir

Türkiye 2021 yılında 27,4 milyon tonluk karma yemi 769 fabrikada üretilmektedir.  Aslında kapasite 38 milyon ton gibi oldukça yüksek bir potansiyeldir. Bu üretimle Türkiye Avrupa’da birinci, dünyada yedinci sıradadır. 

Karma yem hammaddesinin diğer yarısı ise tarla tarımı alanımızın (16 milyon Ha) ancak %13 civarında bir alan bulmaktadır. Bir diğer ifade ile biz bu oranı yükselttiğimiz ölçüde ithalat oranları azalabilecektir. Ne var ki söz konusu yem bitkileri büyük çoğunlukla sulama gerektirir. Halbuki şu anda biz o 16 milyon hektarın henüz 6,6 hektarını sulayabiliyoruz. O zaman biz sulama olanaklarımızı bir an evvel artırmak durumundayız. Ekonomik olarak sulanabilecek alanların 2030’larda 9 milyon hektara çıkarılması planlanmışsa da, en basitinden gelecekte artacak nüfusunun beslenmesi için Türkiye yem bitkileri açığını kapatmak yönünde büyük atılımlar yapmak durumundadır.

Bu konuda Brezilya’dan bir örnek oldukça çarpıcı. Afrika’nın yem bitkisi “SAKALLI DARI”[1] (Brachiaria brizantha – Panicum brizantha) materyalinden yararlanarak, hem de klasik ıslahla öyle yüksek verimli çeşitler geliştirildi ki, açık alan sığırcılığında dört yıl olan kesim ağırlığına ulaşım, 20 aya düşürüldü. Bu tip başarılı bir ıslah programının, kamu, özel sektör ve üniversiteleri bir çatı altında toplayan tarımsal ARGE organizasyonu (EMPRAPA – Brasileira de Pesquisa Agropecuaria – Brezilya Tarımsal Araştırma Organizasyonu) ile sağlanabildiği de bir gerçek[2].

Ekim alanlarımız sınırlı iken birim alandan kaldırılan ürünün yani verimin artırılması kaçınılmaz görünüyor. Daha birkaç on yıl evvel 400 kg/da olan mısır verimi günümüzde 1200 kg/da’a ulaşmış Türkiye diğer bitkilerde de atılım yapabilir. Yüksek performanslı sıcağa, kurağa, dayanıklı ve daha verimli yeni yem bitkileri çeşitlerinin ıslahı için ARGE alt yapımızın reorganize olmasında yarar görülmektedir. İlgili kamu üniversite ve özel sektör kurumlarının bir çatı altına alınarak güdümlü projelere geliştirilmelidir. Böyle bir uygulama tüm bitki ve hayvan ıslah programları için geçerlidir. Dünyada hızlı bir uygulama alanı bulan gen düzenleme gibi biyoteknolojik yöntemlerle 4 yılda yeni çeşit geliştirildiği günümüzde[3], yeni çeşitlerin kısa zamanda çiftçiye ulaştırılması için en etkin yoldur.  

Kaba yem gereksinimini karşılamak için özellikle ot verimi yüksek olan yem bitkisi türlerinin (sorgum, darılar ve Brassica türleri vb.) yetiştiriciliğinin teşvik edilmesi de yerinde olacaktır.

Nazimi Açıkgöz

Not bu yazının bir özeti “Türkiye’nin Yem Dosyası” başlığı ile http://blog.milliyet.com.tr/turkiye-nin-yem-dosyasi/Blog/?BlogNo=638966 linkinde yayınlanmıştır.


[1] Bu bitki Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi araştırmalarında yer almaktadır.

[2] https://wordpress.com/post/nazimiacikgoz.wordpress.com/520 (Brezilya’da Tarımın Yükseliş Sırrı ARGE)

[3] Bitki Islahında Bir Rekor: Dördüncü Yılda Yeni Çeşit (https://wordpress.com/post/nazimiacikgoz.wordpress.com/626)

Savaşın Gelişmekte Olan Ülke Tarımına Etkileri

Ukrayna-Rusya savaşının politik, askeri, sosyal, etik vs. sonuçlarını bir tarafa bırakıp, salt ekonomik sonuçlarını ele almak pek sağlıklı olmayabilir. Fakat gıda, enerji, hizmet ve benzeri sektörlerin bir an evvel analiz edilerek gerekli tedbirlerin alınması kaçınılmazdır.

Savaşan tarafların tarımsal ürün ihracatında önde gelen iki ülke olması, özellikle gelecekte tarımsal ürün ticaretinde yaşanabilecek olumsuzlukların dile getirilmesini gerektirmektedir. Genel olarak gelişmekte olan ülke fertleri harcamalarının %40’ını yiyeceğe ayırmaları, buna karşın gelişmiş ülkelerde bu rakamın %20 civarında kalması, konuyu gelişmekte olan ülkelere odaklanmaya yöneltmiştir.

Dünya Bankası ekonomistleri[1] gelişmekte olan ekonomilerin savaştan önceki büyümelerinin, 2021’de yüzde altı civarında olmasını, 2022’de yüzde beşe, 2023’te ise yüzde dörde düşmesini bekliyordu. Aynı kaynak Eylül 2021 ayından bu yana petrol fiyatlarının iki katına çıkmasıyla birlikte 2022 ve 2023’te büyüme tahminin yaklaşık yüzde bir puan azalacağını tahmin etmektedir. Yukarıda sözü edilen 120 ülkenin 50’si sorunsuz olarak izlenirken, diğerleri borç sıkıntısı içindedir. Savaşın, bu ülkelerin durumlarını ne denli kötüleştireceği merak konusudur.

Savaşan taraflardan Rusya bir emtia devi olarak en büyük buğday ihracatçısı olup doğal gaz pazarının dörtte birine, kömür pazarının yaklaşık %20’sine sahiptir. Ham petrol pazarında %10, platin pazarında ise %14 ve ham petrol pazarının da %10 söz sahibi. Aslında Rusya ve Ukrayna, küresel olarak ticareti yapılan tüm gıda kalorilerinin yaklaşık %12’sini üretiyor ve küresel buğday ihracatının %29’unu, mısır ihracatının %19’unu ve ayçiçek yağı ihracatının %78’ini oluşturuyor. 2018’den 2020’ye kadar yalnızca Ukrayna, küresel ayçiçek yağının %50’sini ve küresel buğday, arpa ve mısırın %10-15’ini üretmekteydi. Grafikten de izlenebileceği gibi bu iki ülke ayçiçeği yağı ihracatında da lider konumundadırlar (3. Ülke Türkiye[2]!)

Geçmişte enerji fiyatlarında ani artışlar yaşanmıştır. Fakat bu artışların uluslararası ticaretin kapanmasına yol açabileceği bir gerçek. Bazı ülkelerin kendine yeterlilik endişesi ile bazı ürünlerin ihracatını yasaklamasının tüm uluslararası tarım ürünleri ticaret sistemini sekteye uğratması kaçınılmaz. Daha 15 Şubat’ta Rusya’nın, Avrasya Ekonomik Birliği dışındaki ülkelere buğday ve diğer hububat ihracatında yeni bir düzenleme getirmesiyle fiyat artışları başlamıştı. Bu konuda Rusya yalnız değildi. Ocak ayında Endonezya, palm yağı ihracatına yeni yeni uygulamalar koydu. Bu tür eylemler yurtiçi enflasyon ve gıda fiyatları konusunda yardımcı olmadığı gibi global etkileri de gözlenmiştir. 

Savaşın milyonlarca insanı göçe zorlaması diğer bir sorun. Mülteci kabul eden ülkelerde maddi sıkıntıdaki kesimin olaylara pek sıcak bakmayacağı ayrı bir konu. Suriye savaşı nedeniyle, Türkiye’de olduğu gibi geçim sıkıntısı içindeki halkı yardıma muhtaçken, milyonlarca mülteciye bakmak durumunda kalınması çarpıcı bir örnektir. Ukrayna göçmenleri gelişmiş batı ülkelerine yönelmiş durumundalar.

İnsan hareketlerinde yani turizmde bu iki ülke vatandaşlarının tercih ettikleri Türkiye, Hindistan vb. gibi ülkelerdeki gelir kaynakları kapanacak ve birçok ülkenin bütçesinde olumsuzluklara neden olacaktır. Bu da yalnız o ülkelerin turizm sektörünü gececi bir süre olumsuz etkilemekle kalmayacak, daha birçok ticari ve sosyal etkiler bunu izleyecektir.  

Asıl büyük olumsuzluk gelecek yıllarda yaşanacak. Çünkü bu bahar ayında yapılacak ayçiçeği ve mısır ekimi Ukrayna topraklarında nasıl gerçekleşecek? Askerdeki veya yurt dışındaki çiftçi olmadan ekim ne oranda gerçekleşebilir?  Gerekli gübrenin Rusya’dan geldiği bilindiğine göre[3] gübresiz ekimde veriminin ne olacağı da soru işareti.   Umulur ki Ukrayna’da bu yaz geçekleşecek buğday hasadı sorun olmasın. Çünkü neredeyse tüm Orta Doğu ve Afrika ülkeleri bu ürünle karınlarını doyuruyor. Buğdaya ulaşamayan birçok ülkede “Arap Baharı” beklenmelidir.

Bizi ilgilendiren yanı, buğday ithalatımıza gelecek engellerin ülkemize yansıması. Çünkü Türkiye 2020 yılında her iki ülkeden ithal ettiği 9 milyon 750 bin ton buğdayın yarısını un olarak 160 ülkeye ihraç etmektedir ve bu ekonomimiz için çok önemlidir.

Bu olumsuzluklara rağmen tüm ülkeler, gerekli tedbirleri alarak tarımsal üretimlerini artırma arayışındadır. Nitekim Türkiye “ikinci ürün“ üretimi, “tüm boş arazilerin ekimi” gibi ürün artırıcı seçenekleri destekleme   programlarını başlatmıştır.

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti http://blog.milliyet.com.tr/savas-gida-krizi-getirecek-mi/Blog/?BlogNo=638665 da “Savaş Gıda Krizi Getirecek mi” başlığı ile yayınlanmıştır.


[1] https://www.brookings.edu/wp-content/uploads/2022/03/Dollar-and-Sense-Gill-20220321.pdf

[2] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2022/02/07/rusya-ukrayna-krizi-dunya-gida-guvencesi-icin-buyuk-tehlike/

[3] https://www.weforum.org/agenda/2022/03/how-to-contain-the-cascading-impacts-of-war-in-europe-s-breadbasket/?utm_source=sfmc&utm_medium=email&utm _campaign=2769095_Si-WeeklyNewsletterV5-Live-10-01-2022&utm_term=&emailType=Strategic%20Intelligence%20Weekly&ske=MDAxNjgwMDAwMDVRWHVUQUFX

GDOlu Çeşitlerle Organik Tarım Çifte Avantaj Sağlayabilir

Yakın gelecek için tarımsal üretimin artırılması gereği yadsınamaz. Bilim bu amaca yönelik olarak en son, kurağa dayanıklı genotipleri geliştirerek, kayıtsız kalmadığını ispatlamış olmasına rağmen, çevre koşullarındaki hızlı değişimlere anında yanıt vermesi beklenemez. Örneğin iklim değişikliğiyle birlikte Orta Avrupa sadece daha kuru ve daha sıcak hale gelmekle kalmıyor, sıcağı seven hastalık ve zararlıların yeni yeni genotipleri (varyant) de daha kuzeye, daha önce bulunmadıkları bölgelere ulaşıyor. Peki bitki yetiştiricileri bunlarla nasıl başa çıkabilir? Klasik bitki ıslahı ile yeni, dayanıklı çeşitlerin geliştirilmesi uzun yıllar gerektirir. Bu nedenle uygun genotiplerin geliştirilmesi için yeni stratejilerin, yeni teknolojilerin devreye sokulması kaçınılmaz görünüyor.

Son yıllarda insanoğlu kaliteli yaşam beklentisi ile, birim alandan %30-40 oranında daha az ürün alınan organik besinlere yönelmiştir[1]. Organik tarımda birim alandan alınan verimin, klasik tarıma oranla düşük olmasının ana nedeni, limitli besin ortamında maksimum verimi sağlayacak genotip ve çeşitlerin henüz geliştirilmemiş olmasıdır. Özellikle organik tarım yönergelerinde de yer alan, “organik tarım organik tohumla” koşulu (Acikgoz N., and Ilker E. 2006 Cereal breeding strategies for organic and low-external-input crop production systems. Paper presented at Joint Organic Congress, Odense, Denmark, May 30-31, 2006) sağlanmadığı sürece, organik-klasik verim farkı kapanacak gibi görünmemektedir.

Organik tarımın temelleri atılırken benimsenen felsefe gelecek nesillerin korunması, toprağa ve suya sahip çıkılması, enerjiden tasarruf, kimyasal gübre ve ilaç kalıntısı bırakmamak, tarımda çalışanların korunması gibi kimsenin hayır demeyeceği ilkelerden yola çıkılmıştır. Standartlar saptanırken o dönemin tartışmalı konularından GDO’suz üretim de yönetmelik maddelerine eklenmiştir. Şimdi grafikteki, ABD’de 1996 yılında başlayan mısır sap kurduna dayanıklı GDO’lu çeşit kullanımının tarihi seyrine bir göz atalım: Hektara 200 gr atılan ilaç 2010 yılında sıfırlanmıştır. GDO’lu çeşit kullanımı ise 2020’lerde %90’nın üstüne çıkmıştır. Bu, GDO ile gelen agronomik performansın yüksekliğini göstermektedir. Kimyasal ilaç kullanmayı sıfırlayan ve o organik tarımdaki verim kaybını kapatan “GDO’lu mısırın organik tarımı” düz mantıkla nasıl reddedilir? Hem de o sap kurduna dayanıklılığı sağlayan gen, Bacillus thuringiensis gibi bir organik tarımda gübre olarak kullanımı onaylanan bakteriden gelirken!  

Dünyada hem organik tarım ve hem de tarımsal biyoteknoloji vizyonerleri bazı eski ve geçerliliğini yitirmiş yönergelerin yenilenmesi gerekliliğini savunarak, gelecekte yaşanacak gıda sorunlarına çözüm arayışına girmişlerdir.  Örneğin Tijeniro ve arkadaşları[2] “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Organik Olabilir” derken organik tarımda GDO’ların ekonomik, çevresel, beslenme ve gıda güvenliği ile ilgili endişelere gerek kalmadığını” dile getirirken, ilaveten “GDO teknolojisinin organik amaçlarına ne denli olumlu katkıda bulunduğu açıklanarak, tüketicilere bilime dayalı bilgileri sunup, organik tarımda GDO kullanımının yaratacağı artı değerler vurgulamalıdır” görüşündedir.XXXX

Aynı paralelde Bernard[3] “Organik GDO’larla olur mu mı? İşte bunun iyi bir fikir olduğunun arkasındaki bilimsel gerçekler” makalesinde şu konulara değinmiştir: GDO’ların organik gıda üretimine dahil edilemeyeceğine dair mevcut politikanın modası geçmiştir. Yapılan önemli araştırmalar GDO’nun sağlık ve çevre açısından güvenirliliği göstermiştir. GDO’ların organik tarımda kullanılmasına izin veren mevzuatın ve bu konudaki politika değişikliğine gidilmelidir. Tohum üretiminin GDO’lu ve organik tarımda aynı standartlarda yapılması yerinde olacaktır.  Genetiği değiştirilmiş organizmalar, mahsul verimini artırarak ve kullanılan pestisit ve herbisit miktarını azaltarak geleneksel çiftçiliğe sürdürülebilir bir çözüm sağlamaktadır. Bu nedenle GDO’ların organik tanımına girmesine izin verilmelidir.

Şimdi bazı gerçeklere bir göz atalım:

  • Kurağa dayanıklı transgenik mısır (GDO’lu) tescillendiği. Kurak bölgede organik mısır üretecek çiftçinin seçeneği kalıyor mu?
  • GDO’nun benimsenmesiyle ilişkili çevresel faydalar, tarımsal ürünlerin fiyatının düşürülmesiyle tamamlanmaktadır. Birkaç örnek, GM teknolojilerinin fiyatı düşürdüğü görüşünü desteklemektedir;
  • Dünyada 4000’e yakın mutasyonla geliştirilmiş çeşit vardır. Organik tarımda bunlar kullanılmaktadır. Oysa ki CRISPR gibi gen düzenleme yöntemi ile geliştirilmiş çeşitlere organikte izin verilmez, salt yöntem olarak biyoteknoloji devrede olduğu için. Burada laboratuvarlarda ışınlama yöntemi ile geliştiriliş mutant çeşitlere onay verilirken biyoteknolojik yöntemlerle geliştirilmiş çeşitlere hayır denmesinin nedeni bilimsel olarak açıklanamaz.

Ülkemizde GDOlu üretim yok. Bu nedenle bu konular henüz bizden uzak gibi dursa da bu konudaki beyin fırtınalarına hazır olmak gerekir.  Sonuç olarak, yarının gıda güvencesi için yeni teknolojilere kucak açmak durumundayız. İlk aşamada toplumun bu konuda aydınlatılması, özellikle karar organlarının bilgilendirilmesi gerekmektedir.

Nazimi Açıkgöz

Organik tarım, organik ve GDO, Gen düzenleme ve organik, organik standartları, gıda güvencesi ve GDO


[1] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2019/07/15/organik-gida-pazari-100-milyar-dolara-yaklasti/

[2] https://journals.lww.com/nutritiontodayonline/fulltext/2021/01000/genetically_modified_organisms_can_be_organic.6.aspx

[3] https://geneticliteracyproject.org/2022/02/08/viewpoint-will-there-ever-be-organic-gmos-heres-the-science-behind-why-it-its-a-good-idea/

Türkiye Ayçiçeği Konusunu Yeniden İrdelemelidir

Tarımsal ithalat listemizin başlarında yer alan ayçiçeği, kaynak ülkelerdeki savaş nedeniyle gündemdeki yerini korumaya devam etmektedir. Dış ticaret istatistiklerine bakıldığında (Çizelge) konunun oldukça karmaşık olduğu ortaya çıkar. 2021 yılı ithal ettiğimiz 668 bin ton ayçiçeği tohumuna ve 850 bin ton ham ayçiçeği yağına karşı, aynı yıl ihraç ettiğimiz 496 bin ton ayçiçeği yağı miktarları kafalarda soru işaretlerine neden olmaktadır. Onun dışında ayrıca ayçiçeği ihracatımız da göz önünde bulundurulduğunda ayçiçeği istatistiklerinin, ayçiçeğinde kendine yeterliliğimiz konusunun yeniden değerlendirilmesinin gereğini ortaya çıkmaktadır.   Genelde Türkiye’nin dahilde işlem rejimi çerçevesinde (re-eksport) gümrükten muaf ithal edilen ayçiçeği dane ve yağ dış satım verilerine hiç değinilmeyen istatistiklerin göz önünde bulundurulmadığı verilerin, kamuoyunu yanılttığı bir gerçek. Kendine yeterli olmadığı dile getirilen bir ülkenin, neredeyse tükettiği miktar ürünü ihraç etmesi nasıl açıklanabilir? Özellikle savaş döneminde sağlıklı verilere ulaşmadan, konu uzmanı olmayan kişilerin beyanlarına dayandırılan haberlerin spekülasyonlara neden olması kaçınılmaz! İşte ayçiçeği stokçuluğunun ana nedeni budur. Devlet elindeki verileri sağlıklı bir biçimde topluma yansıtamadığı müddetçe böyle olaylar beklenmelidir.

Ayçiçeği ithalatı, A. Yağı İhracatları, üretimi (bin Ton)
Yıl201620172018201920202021
Üretim167019641949210020672420
İthalat38364071212391206668
Ayç.Yağİhraç283635389496715496

Çok daha çarpıcı nokta da ayçiçeği ithalatında Ukrayna’ya bağımlılık konusu. Türkiye’nin ayçiçeği ithal ettiği ülkeler arasında Ukrayna’nın payı %5’i geçmemiştir. Nitekim 2019/20 döneminde Türkiye’nin ayçiçeği ithalatında Rusya’nın %57, Moldova’nın %13, Romanya’nın %12, Bulgaristan’ın %8, Arjantin’in %5 payı olmuştur. Buğday olayında ise Türkiye, 2020’de ithal ettiği 9 milyon 750 bin ton buğdayın 6,5 milyon tonunu Rusya’dan, bir milyon tonunu Ukrayna’dan ithal etmiştir[1].

Savaşın Ukrayna tarımsal üretimine vereceği olumsuzlukların yalnız ayçiçeği ile kalmayacağı muhakkak. Ayçiçeği ekimine günler kala savaşın tarıma etkisi büyük olacaktır. Kaç üretici askere alınmış, kaç üretici yurt dışına çıkmış, kaç üretici canını kaybetmiştir. Ya ekim alanları. Mayın, patlamamış mermileri toprak hazırlığı – ekimi büyük ölçüde olumsuz etkileyecektir. Tohum temini, ekipman varlığını hiç dile getirmeyelim. Ukrayna’nın gerçekleşmeyen ayçiçeği ekimi ve dolayısı ile dünya ayçiçek piyasalarında %30’luk bir eksikliğin fiyatlara yansıyacağı muhakkak. Hatta ürün temininde birtakım zorlukların yaşanmayacağının garantisini kimse veremez. İşin Rusya tarafı şimdilik sorunsuz diyebiliriz.

Türkiye’nin bitkisel yağ tüketiminde bir artış trendi vardır. O nedenle yalnız ayçiçeği değil soya, aspir, kolza gibi diğer yağ bitkilerinin üretimine ağırlık verilmesi kaçınılmaz görünüyor. Destekleme programlarının yanında bu bitkilerin ikinci ürün kapsamında da öne çıkarılmasında yarar görülmektedir. Şu anda tescilli ayçiçeği çeşitlerinin neredeyse tümünün ikinci ürün olarak ekilme şansı vardır. 

Yağlık ayçiçeği, Türkiye’de en fazla üretilen yağlı tohum olması, bitkisel yağ tüketiminde %80-85 civarındaki payı ve yüksek yağ içeriği (%40) nedeniyle Türkiye’nin en önemli yağ bitkisidir. Ayrıca bitkisel yağ açığını kapatabilmek için, üretimi artıracak seçenekler bitkisel üretim stratejistlerince acilen ele alınmalıdır.

Hemen hemen her bölgemizde kuru veya sulu şartlarda yetişebilen ayçiçeğinin günümüze kadar ekim alanları 600-700 bin hektar düzeyinde kalmış ise de gerek ana ve gerekse ikinci ürün olarak söz konusu ekim alanlarının iki katına çıkartılma potansiyeli vardır.

Yağlık ayçiçeği ekim alanlarının yanında onun %3-4’ü kadar da çerezlik ayçiçeği üretimi yapılmaktadır.

İlginçtir, savaşın başlamasıyla artan sıvı yağ fiyatları, piyasaları prina yağına yöneltti Bitkisel yağa bir alternatif olarak devreye girebilecek bu yağ, yüksek sıcaklığa ayçiçek yağından daha dayanıklıdır. Pirina yağı teknolojik gelişmeler sayesinde pirinanın ikinci bir ekstrasyonu ile üretilmekte olup tamamen yurt içi kaynaklıdır.

Yüksek ayçiçeği yağ fiyatları atık yağlardan geri dönüşümle yemeklik yağ eldesine kadar gidilmesine fırsat verebilir. Ne var ki bu tip uygulamalar sağlık bakımından sorgulanmak durumundadır.

Türkiye’nin tohum ihracatına bakıldığında hiç de gurur duyamayacağımız bir tablo ile karşılaşırız. İhracat verilerine bakıldığında ihracatımızın hemen yarısı, ıslahçı hakları Türk tohumcularına hiçbir kazanç sağlamayan uluslararası firmaların ilkemizde ürettiği melez mısır ve melez ayçiçeği tohumluğuna aittir. Bu, aslında tohum ihracatımızın ithalatın çok daha gerisinde kaldığını belgelemektedir[2].

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu makalenin bir özeti  “Türkiye’nin Ayçiçeği Dosyası“ başlığı ile http://blog.milliyet.com.tr/turkiye-nin-aycicegi-dosyasi/Blog/?BlogNo=638422 linkinde yayınlanmıştır.


[1] http://blog.milliyet.com.tr/dombas-krizi-ve-gida-guvencesi/Blog/?BlogNo=636315

[2]https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2020/06/21/turkiye-ve-komsularinda-tohumculuk/

Küçük Çiftçilerin Tohum Sorunu

Küçük çiftçilikle tüm işgücünün aile fertlerinden oluştuğu işletmeler anlaşılır. Aile işletmeciliği ile karıştırılmaması gerekir. Söz konu küçük çiftçiler bugün 500 milyon civarındaki sayılarıyla dünya tarımsal üretiminde %80 hatta balıkçılıkta %90 pay sahibidir.  

Doğal olarak tarımsal üretimin ana girdilerinden biri olan tohum ve dolayısı ile tohumculuk küçük çiftçiler için bir farklılık gösterecektir.

Kasım 2021’de, “Dünya Karşılaştırmalar Birliği (WBA)[1] ”, 67 küresel ve bölgesel tohum şirketini küçük ölçekli çiftçilerin kaliteli tohuma ulaşmadaki sorunlarını değerlendiren üçüncü “Tohumlara Erişim Endeksini[2] ” yayınladı. Söz konusu birlik Dünya “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları” (Sustainable Development Goals – SDG) programının çerçevesindeki bir çalışmadır. Bu sıralamada yer alan tohumculuk firmalarının küçük işletmelerle olan ilişkilerinin bazıları çarpıcıdır. Özellikle ihracata yönelmiş[3] Türk tohumculuk firmaları için de yararlı olabileceği beklentisi ile Dünya tohum endüstrisinin söz konusu uygulamalarının, nerelere ve nasıl odaklandığını – yoğunlaştığını irdelemekte yarar görülmüştür.

2016 yılında başlatılan endeks çalışmalarında, dünyanın önde gelen tohumculuk firmalarının küçük çiftçilerdeki verimliliği artırma konusundaki performanslarını ölçüp onları karşılaştırıyor. İlk aşamada Asya ve Afrika’daki küçük çiftçilerin tohuma ulaşımı ele alınıyor. Düşük gelirli ülkelerde küçük çiftçilerin kaliteli tohumlara erişimini sağlamaktan doğrudan sorumlu 5’i kooperatif 72 şirket tek tek amaç doğrultusunda analiz ediliyor.

Genel olarak, bölgedeki tohum endüstrisi henüz başlangıç aşamalarındadır. Başta bölgesel olmak üzere birkaç şirket, tohum üretimi ve tohum işleme gibi yerel ticari faaliyetlere yeni yeni yatırım yapmaktadır. Bazı şirketler, bilgi transferine yardımcı olan sözleşmeli düzenlemeler kapsamında tohum üretmek için küçük ölçekli çiftçileri tohum üretim faaliyetlerine dahil etmekte.

Uluslararası firmalar bölgenin belirli ülkelerinde ıslah programı uygularken doğal olarak o ülke kadroları için en son teknolojiler ve yetiştirme uygulamaları konusunda eğitim sunmaktadır. Bu durum tohum üretim faaliyetlerinde yeterli bilgi birikiminin henüz sağlanamamış diğer ülkeler için bir şanssızlıktır.

Uluslararası firmalar hibrit çeşitlere ağırlık verirken, yerel firmalar hem hibrit hem de açık döllenen çeşitlere yönelmişlerdir. Firmalar mısır, çeltik ve sebze tohumculuğuna ağırlık verirken, fasulye, nohut, bezelye, soya fasulyesi ve yerfıstığı gibi protein yönünden zengin baklagillerin tohumculuğunda adeta yoklar.

Uluslararası firmalardan yalnız biri yerel bir ıslah programı uygularken şirket, yerel ıslahçıları için en son teknolojiler ve yetiştirme uygulamaları konusunda eğitim sunmaktadır.

Tohumlara Erişim Endeksinde yer alabilmek için şirketlerin iş modellerinin ve operasyonlarının küçük ölçekli çiftçilerin başarılarına katkı sağlamaları gerekmektedir. Endekste düşük performans gösteren şirketlerin, küçük ölçekli çiftçi üretkenliğini artırmak için tarımsal yayın hizmetlerine de yer vermesi gereklidir. 

Tohum endüstrisi, gıda zincirinin başlangıcında konumlandığı için, artan küresel nüfusumuzun gıda ve beslenme güvenirliği için yönlendirici olabilir.  

Küçük ölçekli çiftçiler, yüksek verimli çeşitlerinin tohumlarını edinebilmelerinin ötesinde, gelişmiş tarım teknolojilerini benimseyerek kapasitelerini geliştirme konusunda da desteğe ihtiyaç duyarlar.

Tohumlara Erişim Endeksinde öne çıkan bir diğer bulgu da COVId-19 pandemisi nedeniyle, dünya çapındaki seyahat kısıtlamalarının bir sonucu olarak, online çözümlerin artmasıydı. Çiftçi kaliteli tohumlara erişimin yanında, çeşitlerinin tam potansiyelini gösterebilmesi için gerekli için güncel ve doğru bilgilere de gereksinim duyar.

Tohum şirketleri, tohum işleme faaliyetleri, ıslah, tohum üretimi ve tohum işleme gibi ilgili altyapı tesislerini bölgenin sınırlı sayıda ülkesinde gerçekleştirmesi o ülke için yararlı oluyorsa da bu, diğer ülkelerin söz konusu yatırım ve bilgi birikimlerinden yeterince yararlanamaması anlamına gelmektedir.

Nazimi Açıkgöz


[1]https://bit.ly/3MGFJw9

[2]https://bit.ly/3w7fmJX

[3]http://blog.milliyet.com.tr/tohumda-ortadogu-liderligi/Blog/?BlogNo=621548

İklim Şurasında Tarım ve Gıda İçin Güzel Haberler Var

Bitkisel üretimde değişen çevre koşullarında daha iyi performans gösteren genotiplere gereksinim duyulur. Bitki ıslahı, işte söz konusu yeni çeşitlerin geliştirilmesinde devreye girer. Genelde yeni bir çeşit 13-15 yıllık bir sürede çiftçiye ulaşmaktadır. Son yıllarda bulucularına Nobel ödülü kazandıran CRISPR yani gen düzenleme yöntemi söz konusu süreyi 4 yıla kadar indirebilmektedir[1].

2022 yılının ilk iki ayında farklı ülkelerde gen düzenleme yöntemleri ile çok sayıda yeni çeşit geliştirildi: yabancı ot ilacına dayanıklı domates, hoş kokulu sorgum, virüse dayanıklı domates, küllemeye dayanıklı buğday, kısa boylu kolza, kararmayan patates, besleyici marul gibi. Önceki yıllardaki elde edilen onlarca yeni çeşide değinmeğe hiç gerek yok.

Söz konusu yöntem hayvancılıkta da başarı ile uygulanmaya başlamıştır. Japonya’da fangri mercan, Arjantin’de tatlı su çuprası ıslah edildi. Rusya’da inek sütüne alerjiyi devreden çıkaran ilk buzağıyı klonlandı.

İlginçtir, tüm bu gelişmeler AB ve Türkiye dışında gerçekleşmektedirler. Bu ülkelerde tarımsal biyoteknoloji yani GDO ve gen düzenlemelere yasak getirilmiştir. AB’nin ithal ettiği GDO’lu mısır ve soya yıllık 30 milyarlara ulaşırken, üretimin yasaklanması düşündürücüdür.

İşte 21-24 Şubat 2022 tarihinde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığınca Konya’da düzenlenen İKLİM ŞURASI sonuç bildirgesi söz konusu gen düzenleme yaklaşımları yüreklere su serpmektedir.  Dört gün süren Şura’da yedi farklı komisyonun çalışmaları toplamda 217 maddelik tavsiye kararı kabul edilirken bunlardan 76’sı öncelikli olarak benimsenmiştir. Bunlardan 21. Madde aynen şöyledir:

“Farklı iklim etkilerine karşı (kuraklık, sıcak/soğuk hava dalgası, şiddetli yağış, don vb.) karşı tarım desenleri ve yöntemleri (çöl koşullarında tarım, denizde tarım gibi) geliştirilecek, iklim kaynaklı stres koşullarına dayanıklı yeni ve yerli bitki çeşitlerinin ve hayvan ırklarının daha kısa zamanda geliştirilebilmesi için klasik, biyoteknolojik ve moleküler genetik destekli (CRISPR gen teknolojisi gibi) ıslah çalışmaları gerçekleştirilmeli ve entegrasyonu sağlanmalıdır.”

İklim Şurasında tarımı en çok ilgilendiren konu olarak kuraklık, çölleşme, don, arazi tuzlanması gibi koşullara en uygun yeni bitki çeşitlerinin geliştirilmesi öne çıkmaktadır. Ve bu konuda dünyada hızla öne çıkan gen düzenlemenin (CRISPR) faydalarından yalnız belirli ülkeler yararlanmaktadır. Türkiye dahil birçok ülke olayın öneminin ve aciliyetinin henüz farkında değiller. Bu tür çalışmalara Tarım ve Orman Bakanlığımızın destek verildiği bilinmektedir. Ancak konunun araştırma bazında muhatabı Bölümün çalışma konuları arasında yer dahi almaması ilginçtir[2]. Gerçekçi olmak gerekirse bu konuda ne üniversitelerimiz ne Bakanlık ve ne de özel sektör tek başına bu konuyu üslenebilir. Gönül istiyor ki bu ve benzeri konular özel sektör, üniversiteler ve kamunun bir çatı altında toplandığı “Türkiye Tarımsal Araştırma Kurumu’nca ele alınabilsin. Bu konuda 3. Tarım Şurasında alınan kararlardan 28. madde aynen şöyle demektedir. “Ar-Ge ve inovasyonda kaynakların daha etkin kullanılması için kamu, özel sektör ve üniversiteleri de kapsayacak yeni bir kurumsal altyapının oluşturulması”

İklim Şurasında kabul edilen 34. Madde de ilginçtir: “İklim değişikliğiyle mücadele ve uyuma hizmet eden kilit ve çığır açıcı teknolojilerin hayata geçirilmesine yönelik finans, ER-GE insan kaynağı, teknoloji girişimciliği, platforma dayalı iş birlikleri ve araştırma altyapılarının ortak kullanımı ile bu hususları kolaylaştırıcı ve destekleyici adımlar atılmalıdır.”   İşte iki bakanlığın aynı paralelde iki kararı böyle iken hemen harekete geçilmesi gerekmez mi? Ortadoğu’da liderliği yakalayan Türk tohumculuğunun yeni yeni çeşitler geliştirmesi bu alt yapıların bir an evvel gerçekleşmesi kaçınılmazdır.

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti http://blog.milliyet.com.tr/iklim-surasinda-tarim-ve-gida/Blog/?BlogNo=637033 linkinde yayınlanmıştır.   


[1] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2020/10/11/kimya-nobel-odullulerinin-bulgu-sonuclari-coktan-market-raflarina-ulasti/

[2] https://arastirma.tarimorman.gov.tr/tarlabitkileri/Menu/23/Biyoteknoloji-Bolumu

Doğa Tahribi Bu Kadar Kolay Olmamalı

Doğal orman, ötede beri var olan ağaç topluluğudur. Anadolu’muz bu tür alanların ötesinde çok daha farklı arazilerden oluşmuştur. Örneğin “Baston diksen yeşerir” şeklinde tanımlanan alanların yanında, üzerinde ot bitmeyen araziler de bulunmaktadır. İşte konumuz, öyle üzerinde ağaç yetişmeyen bir arazi, Çeşme’nin Paşalimanı mevkiinde…

Söz konusu arazide Dr. Halis Temel tarafından 1955 yılından itibaren bir eşeğin çektiği kendi imalatı olan tanker ile su taşınarak ağaçlandırılmaya başlanmış. Tabii ki onlarca parselin -bazıları Orman Genel Müdürlüğü’nden- bedelleri ödenerek tapu işlemleri de tamamlanıyor. Bugün itibarı ile binlerce çam, ardıç, palmiye, sakız ve okaliptüs ağacı yetiştirilerek ormanlaştırılma geçekleştiriliyor. Bu doğal bir orman değil. İnsan tarafından doğaya kazandırılmış, ağaçlandırılmış bir alan. Yani çevrecilik açısından insanın iki gözü gibi bakması lazım gelen bir değer!

Dr. Temel geçek bir çevre aşığı. Çalışmaları, zamandaşları Halikarnas Balıkçısı, Dr. Behçet Uz, Manisa Tarzanı gibi önemli çevrecilerle eşdeğer. Kendisi son yüzyılın ve tüm zamanların en başarılı Türk Çevrecisi seçiliyor. Birleşmiş Milletler Ossakawa Dünya Çevre Ödülü’ne aday gösteriliyor.

Dr. Temel’in ufku o kadar açık ki, söz konusu arazinin günümüz betonlaşmasına kurban gitmemesi için bir vakıf kuruyor. Mal varlığını bu vakfa bağışlayıp, hisselerin yüzde 51’i Mehmetçik Vakfı’na, yüzde 20’si Çeşme Belediyesi’ne, yüzde 18’i Alaçatı Belediyesi’ne, yüzde 10’u kendi ortaklarına, yüzde 1’i de Erzincan Belediyesi’ne verilmesi kaydı düşülmüştür. Halis Temel, tapuyu varislere bırakmış olmasına rağmen, vasiyete göre, satış olduğu takdirde gelirin yüzde 85’i Mehmetçik Vakfına devredilecek.

Dr. Halis Temel 2000 yılında 91 yaşında vefat ediyor ve 22 yıl süren miras kavgaları başlıyor. Önce ilk mirasçı olarak DEVLET (Orman Genel Md.) çıkıyor ortaya ve diyor ki “Burası orman ve 14 dekarı bize ait”. Sonra mirasçılar satalım diye tutturuyor.  Ve “Dr. Halis Temel Vakfı” da bu görüşe katılınca da Yargıtay son kararı veriyor. Tapusu vakıfta olmamasına rağmen, satma hakkına istinaden vakıf satış işlemlerini başlatıyor.   Şimdi bu arazinin 7 Mart 2022 tarihinde satışı için gazetelerde ihale ilanları çıktı bile. Paşalimanı koyunda “Nitelikli Doğal Koruma Alanı” kapsamında olan bu doğa cenneti arazinin ne olacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Fosseptik sorunu dahi çözümlenmemiş bu koya gelecek her türlü yapılaşma böyle bir cennetin beton yığınına dönüşmesi ve kirlenmesi demektir. Doğa bu kadar kolay mı tahrip edilebiliyor. Özellikle bir çevreci tarafından ilmek ilmek ortaya konan bir eser, bir yapı, bir orman…

Peki böyle bir katliama hiç kimse mi ses çıkartmıyor? En başta Paşalimanı sakinlerinin oluşturduğu platformun bu konudaki çabalarını takdirle karşılamak gerekir. İlk aşamada ilgili resmi makamları bilgilendirmeye yönelik çalışmaları hemen meyvesini verdi ve Çeşme Belediye Başkanlığı konu ile ilgili görüşünü oluşturdu. Sakinlerin “Doğa harikası Paşalimanı’nı, rant uğruna betona teslim etmeyelim. Dr. Halis Temelin emeğine, hatırasına, emanetine sahip çıkalım” çağrısına Belediye Başkanı şu ifadelerle destek verdi: “Çeşme’mizin, doğal zenginliklerini korumak, gelecek kuşaklara sürdürülebilir bir yaşam alanı bırakmak adına birinci derece doğal sit alanı kapsamındaki, söz konusu bu yerin özenle korunması ve özel mülkiyete konu edilmemesi gerektiğine inanıyoruz.” Başkanlık Çeşme’lileri rahatlatacak beyanda da bulunmuştur: “Aynı ortak kaygı ile VAKIF YÖNETİMİMİZİN BU SATIŞ İŞLEMİNİ DURDURMASINI TALEP EDİYORUZ. Aksi halde tarafımızca yasal  yollara başvurularak satış işleminin iptali için gereken tüm çabayı göstereceğimiz bilgilerinize önemle rica olunur’’.  

“Çeşme – Paşalimanı Koyunda Nitelikli Doğal Koruma Alanı Talan Edilmesin” sloganı ile bir sosyal platformda başlatılan kampanyaya binlerce destek, toplumumuzun görev bilincindeki seviyenin de bir göstergesidir.   

Paşalimanı platformunun farkındalık yaratma çalışmaları çerçevesinde birçok makam ve birime ulaştığı da bilgilerimiz dahilindedir. Platformun söz konusu faaliyetinin salt kadınlarca yürütülmüş olması, çevre konusunda kadınların daha mı duyarlı olduğu sorusunu akla getiriyor.

Paşalimanı’nda otursun oturmasın binlerce doğaseverin imzalarını koyarak, ilgili makamlara dilekçe vererek, konuyu değişik platformlara taşıyarak yarattığı farkındalığın ses getirmesinin sonucu doğanın lehine bir karar çıkıp çıkmayacağını ise zaman gösterecek.

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti http://blog.milliyet.com.tr/doga-tahribi-o-kadar-kolay-mi-/Blog/?BlogNo=636968 portalında yayınlanmıştır.

Biyoteknoloji 2022 de Neler Getirecek

Günümüz vizyonerleri, önümüzdeki yıllarda yaşam bilimleri ve teknolojiye yani biyoteknolojiye yoğun olarak odaklanılacağı görüşündeler[1]. Koronavirüs pandemisi sağlık ve özellikle gıda konusunda yeni çözümler getireceği beklentisi ile, biyoteknolojinin gelişmesini ve benimsenmesini hızlandırdı. Biyoteknoloji basında her ne kadar farklı nedenlerle manşetlerde yer alıyorsa da genetik mühendisliği, gen haritaların çıkarılması, analizleri, gen düzenleme ve DNA modifikasyonları gibi uygulamaların, küresel biyoteknolojinin pazar değerinin 2022 yılında 100 milyar doları aşarak çok daha fazla gündemde yer alması bekleniyor. Önümüzdeki aylarda birçok yeniliklerin yaşanacağı biyoteknolojinin en önemli beş temel alanına bir göz atalım:

Kişiselleştirilmiş Tıp

Aynı hastalığa sahip bireylerin, aynı tedaviye farklı cevap vermesi felsefesinden yola çıkılarak, yeni yeni gelişmeğe başlayan bu bilim dalı uygulamalarının 2022 yılında atağa kalkacağı beklenmektedir[2]. Henüz emekleme aşamasında olmasına karşın, geleceğin sağlık alanında büyük potansiyele sahiptir. Önceki tıbbi yaklaşımlar, aynı hastalıkları olanlara aynı tedavileri uygulayarak “herkese uyan tek beden” politikasına dayanıyordu. Bununla birlikte, bazı ilaçların etkinliği ile ilgili hastalığa katkıda bulunan bir dizi faktör bulunmaktadır. Bilim, genom analizi yoluyla ilaçları daha spesifik ve etkili hale getirmek için kişiselleştirebilir ve böylece tedavi sonuçlarını iyileştirebilir.

Niçin bazı hastalara standart dozda verilen ilaçlar hiç etkili olmaz? Neden bazılarında ilaçların yan etkileri görülür de diğerlerinde görülmez? Niçin bazı insanlar kanser olur da diğerleri olmaz? İşte bu soruların yanıtı “Kişiselleştirilmiş Tıp” da saklıdır. Geçmişteki ve kısmen günümüzün tıp, tek ölçüt ve dozun herkese uygun olduğu temeline dayalıdır ve “istatistiki olarak güven sınırları” içindeki değişimleri kapsar. Kişiselleştirilmiş tıpta ise kavram “doğru zamanda, doğru hasta için, konulan kişisel tanı ve tedavinin uygun dozda ve uygun ilaç” olacağı şekle dönüşmüştür. Bunun anlamı, genetik çeşitlilik çerçevesinde, daha düşük ilaç dozu ile tedavi edilebilecek hastayı, önlenebilir yan etkilerden koruyarak ve hastalık başlamadan, önleyici izleme ile tedavinin sağlanabilmesidir. Sonuç olarak; gelişen teknolojinin getirdiği genom, proteom, farmakogenom çalışmaları ve  biyoinformatik değerlendirmeler devreye sokulmuştur. Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu (FDA) gibi kontrol ve değerlendirme kuruluşlarının farmakogenom çalışmalarını desteklemesi ile kişiselleştirilmiş tıbba hızlı bir giriş yaşanmaktadır.

Tarımsal biyoteknoloji

Artan dünya nüfusunun beslenebilmesi için daralan ekim alanlarına karşın, birim alandan kaldırılan verimin artırılması gerekmektedir. İklim değişiklikleri gibi olumsuzlukları da göz önünde bulundurduğumuzda, klasik bitki ıslahının verim artışını sağlamada yeterli olamayacağı anlaşılmıştır. 2013’lerde keşfedilen Gen Düzenleme (Gen Editing) yöntemi kaşiflerine de Nobel Ödülü kazandırırken, bitki ıslah süresini de oldukça kısaltmıştır. Bu teknik aslında klasik mutasyon ıslahının laboratuvar versiyonudur. Bilindiği gibi mutasyon, canlı genlerinden birinde, kendiliğinden veya amaçlı oluşturulan bir değişimdir. Dünyada mutasyon yöntemleri ile ıslah edilmiş 4000’e yakın çeşit tescil edilmiştir. Bu genom düzenlemeleri, CRISPR ve bir seri yeni gen mühendisliği yöntemlerini kapsamaktadır. Bu yöntemlerde, GDO’lardaki gibi dışarıdan herhangi bir gen transferi söz konusu olmasının aksine hedeflenen genin, uygulanan geçici DNA kesici enzimleri ile susturulması, etkisinin artırılıp azaltılması, yani mikro-mutasyona tabi tutulmasıdır. Bu yöntemle genom, hiç olmadığı kadar hızlı, kolay, ucuz ve güvenilir bir şekilde değiştirilebiliyor.

Çok geniş bir uygulama potansiyeline sahip olan CRISPR, tıp ve tarımda devrim yaratacak yeniliklere yol açacak. 2021 yılında bu yöntemle Arjantin’de tatlı su çuprası, Japonya’da bir mercan balığı, Hindistan’da dört yıl gibi kısa zamanda nohut, Japonya’da tatlı domates çeşidi, ABD’de uzun raf ömürlü çilek ve Çin’de azottan daha fazla yararlanabilen buğday çeşidi gibi birçok yeni genotip elde edilmiştir.  Gen düzenlemeleri ile geliştirilen yüzlerce genotipin 2022 yılında ticarete sunulması bekleniyor. 

İlaçların hızlı test ve onayı

Genelde yeni ilaçların uzun onay ve sertifikasyon sürecinden geçmesi 10 yılı bulmaktadır. Covid-19 aşılarının acil olarak geliştirilmesi ve onaylanmasının ardından, yeni ilaçların test ve onay sürecini hızlandırmak için büyük uğraş verilmeye başlandı.  Bu çabaların çoğu, biyoteknoloji alanından kaynaklanan araştırmalara dayanmaktadır. Biyoteknoloji verileri, sürecin her aşaması için maliyetli ve zaman alıcı insan denemelerine güvenmek yerine, ilaçlar ve insan vücudu arasındaki etkileşimlerin simülasyonlarına izin vererek, bu süreci hızlandırmak için kullanılıyor. ABD Gıda ve İlaç Dairesi’nin (FDA) Gerçek Zamanlı Onkoloji İnceleme programı, özellikle test sonuçlarını doğru bir şekilde tahmin etme potansiyeli nedeniyle en çarpıcı örnektir. Bu programda hızlandırılmış ilaç test süreci, büyük ölçüde biyoteknolojik verilerle kısaltılmıştır.

Çevre Biyoteknolojisi

Tarımda olduğu gibi iyileşmeyi sürdürülebilmek ve çevresel etkiyi azaltmak için biyoteknolojiden yararlanmanın başka yolları da vardır. Bu, plastikleri parçalamak ve daha verimli bir şekilde geri dönüştürülmelerini sağlamak için özel olarak tasarlanmış biyolojik organizmaların geliştirilmesidir. Bu yıl Fransız şirketi Carbois’in, plastik şişelerde kullanılan polietilen tereftalat (PET) plastiği, genetiği değiştirilmiş enzimler kullanarak parçalayan ilk tesisini açması çarpıcıdır. Diğer biyoteknolojik türevli enzimler, endüstriyel temizlik süreçlerinde kullanılabilecek kadar güçlü ve diğer endüstriyel deterjanlarda olduğu gibi toksik atık üretmek yerine, tamamen biyolojik olarak parçalanabilen yeni deterjan türlerinin geliştirilmesi beklenmektedir. 2022’de görmeyi bekleyebileceğimiz çok önemli bir diğer alan da biyoyakıt olacaktır.  Gelişmiş biyoteknoloji sayesinde tarımsal ve endüstriyel atıklardan ve hatta alglerden temiz enerji yaratmayı içeren yeni gelişmeler de beklenmektedir.

Bitki Bazlı Et[3]

Tarımın çevreye olumsuz katkısı dile getirilirken hayvancılık ön planda olmaktadır. Bu konudaki bazı veriler çarpıcıdır. Örneğin bir kilo sebze için 322 litre, bir kilo meyve için 962 litre su tüketilirken, bir kilo tavuk eti için 3900 litre, bir kilo koyun eti için 6100 litre ve bir kilo sığır eti için 15500 litre su tüketilmektedir[4]. Bir kilo tarımsal ürün üretiminde en fazla CO2 salınımına neden olan da sığır etidir. ABD’de kullanılan antibiyotiklerin %80’ninin hayvan yetiştiriciliğinde kullanıldığı da bir diğer gerçek.

Et ağırlıklı olarak kas, yağ ve bağ doku hücrelerinin bileşimidir. Kök hücreden yola çıkılarak, gelişmeleri için uygun besin maddeleri sağlandığında, et oluşumu başlamaktadır. Böylece etimiz antibiyotiksiz, ilaçsız, daha sağlıklı ve daha güvenli olacaktır. Bu yapay ürünlerin, yukarıda değinilen çevresel olumsuzlukları aşma, ucuzlukları, insan sağlığına olan faydaları ve hayvanların refahını koruma potansiyelleri nedeniyle, gittikçe artan oranda market raflarında yer alacakları beklenmelidir. 

Bitkisel besin ortamını ağırlıklı olarak soya fasulyesi sağlamakta ise de sarı bezelyenin en uygun olduğu saptanmıştır. Burada bitkisel protein (soya-bezelye) dokuları ete eşdeğer lezzet sunarken, renk soya köklerinden elde edilen leghemoglobinle sağlamaktadır.

Bitki bazlı protein üretimi tavuk ve sığır etlerinin ötesine de taşınmaya başlanmış ve hücre kültüründen yararlanarak, nesli tükenme noktasına gelen kırmızı ton balığı eti, bitki bazlı yumurta, süt, peynir, yağ ve yoğurt ABD’de market raflarında yer almaya başlamışlardır. Bu iş gerçek et, süt vs. üreticilerini ciddi ölçüde endişelendirmiş ve bu ürünlerin tanıtımında ve pazarlamasında “et”, “süt”, “yoğurt”, “yağ” gibi kelimelerini ve hatta resimlerini dahi kullanamayacakları kararlarının alınmasını sağlamışlardır. İki taraf arasında gözlenen söz düelloları dikkat çekici olmakla beraber, hayvan lobisi bitki bazlı et piyasası için, “onlar bizim tırnağımız olamaz” görüşüne karşı, bitki bazlı et üretimi yapan bir firma CEO’sunun savı çarpıcıdır: “2035’de et endüstrisini bitirmiş olacağız”.  

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti http://blog.milliyet.com.tr/biyoteknoloji-neler-getirecek/Blog/?BlogNo=636398 portalında yayınlanmıştır.


[1] https://www.forbes.com/sites/bernardmarr/2021/12/08/the-5-biggest-biotech-trends-in-2022/?sh=37137982380f

[2] https://www.news-medical.net/health/Is-Personalized-Medicine-the-Future-of-Healthcare.aspx

[3] http://blog.milliyet.com.tr/corona-ve-bitkibazli-et-pazari/Blog/?BlogNo=627494

[4] https://www.vatekcevre.com/blog/bir-urunun-uretimi-asamasinda-ne-kadar-su-kullaniliyor-biliyor-muyuz

Rusya-Ukrayna Krizi Dünya Gıda Güvencesi İçin Büyük Tehlike

Rusya – Ukrayna krizi birçok yönüyle önümüzde durmakta. Tartışılan konuların başında ise enerji sorunu öne çıkıyor. Gerçekten AB doğal gaz gereksiniminin üçte ikisini Rusya’dan karşılıyor ve gazın dörtte biri Ukrayna topraklarından geçiyor[1]. Burada ABD’nin AB’ye söz verdiği sıvılaştırılmış doğal gaz seçeneği ortada.  Fakat bu iki ülkenin dünya buğday pazarındaki hakimiyeti, krizin her aşamasında gıda güvencesi konusunda bir sürprizin yaşanabileceğini yönündedir. İhracat yasağı, fiyatlarla oynamalar rutin beklentilerin yanında, özellikle Rusya’nın buğday depolama ve transport alt yapısındaki sorunlar, söz konusu krizde dünya buğday ticaretini büyük ölçüde etkileyebilecektir. Çünkü bu iki ülke 200 milyon ton dünya buğday ihracatının %32’sini ellerinde tutmaktadır (2021 yılı verileri: Rusya 36, Ukrayna 24 milyon ton, grafik).  

Gıda güvencesinde tahıl ve baklagil gibi kuru gıdalar temel teşkil eder. Bu yazıda onları temsilen BUĞDAY ele alınarak, söz konusu krizde yaşanabilecek olasılıklara değinilecektir.

Söz konusu ülkelerde, normal yıllarda dahi buğday ticaretinde keyfi fiyat hareketlerine şahit olunmaktadır. 2014 yılında AB makarnalık (durum) buğday ithal etmek istediğinde Rusya değişken bir ihracat vergisi getiriverdi. Fiyatı 180$’ın üzerinde olan tüm ürünler %50 vergiye tabi tutuldu. Tabii ki bu kararla ülkede durum buğdayı ihracatını dolayısı ile üretimi geriledi. Pandemi döneminde Rusya’nın tarım ürünlerindeki ihracat ve fiyat politikaları çarpıcı görünümler sergilemiştir. Fiyatların son 9 yılın en yüksek seviyelerini gördüğü 2021 Kasım’ında, Rusya’nın stokların azalmasını ve talebin artmasını bahane ederek ihracat vergilerinde revizyon yapabileceğini açıklaması[2], gıda güvencesi açısından ilginçtir.  Bunda 2020 buğday üretiminin 85 milyon tondan 2021 yılında 75 milyon tona düşmesinin de etkisi olabilir.   

Avrupa buğday ithalatının %22sini Rusya’dan ve %18,5ğunu da Ukrayna’dan yapmaktadır. Bu iki ülke mısır, arpa, çavdar gibi tahıllarda ve özellikle ayçiçeğinde hemen hemen aynı oranda dünya ticaretinde söz sahibidirler.

Aslında Rusya 20. Yüzyılın ikinci yarısında gerek insan beslenmesi ve gerekse besicilik nedeniyle buğday ithalatçısı idi. Rus buğday endüstrisinin düşüşü ve yükselişi uluslararası politikadan, iç siyasi ve ekonomik ideolojiden, ülkenin kötü şöhretli değişken hava koşullarından ve yerel hayvancılık endüstrisindeki iniş çıkışlardan etkilenmişti. Halbuki 19. yüzyılda olduğu gibi barış zamanlarında Rusya’nın buğday ihracatçısı ülkeler arasında yerini almıştır. Çarlık sonrası Komünist rejimin tarımsal üretimde devlet kontrolü, üreticilerin direnişine neden olmuş ve 1930’larda tüm çiftlik hayvanlarının yarısı itlaf edilmiş, takiben kıtlıklar baş göstermiş ve milyonlarca insan ölmüştür. Sovyetler Birliği 2060’lara kadar tahıllarda kendine yeterliliği mevcut verimli araziler sayesinde sağlamıştır.

1970’lerin başlarında şiddetli kuraklık koşullarının üretimi daha düşürmüştür. Tahıl üretiminin düşüş eğilimi göstermesi karşısında Sovyetler Birliği, baş-politik düşmanı ABD’den gizli anlaşmalarla tahıl ithal ederek kendi kendine yeterlilik stratejisinden vaz geçilmiştir. Temmuz 1973’te Sovyetler Birliği, ABD’den sübvansiyonlu fiyatlarla 10 milyon ton buğday ve mısır satın aldı ve bu da küresel tahıl fiyatlarının yükselmesine neden oldu. İki ülke müzakerecilerinin, dünya tahıl piyasasının yetersiz kaldığının farkında olmaksızın sübvansiyona devam etmeleri “Büyük Tahıl Soygunu” olarak adlandırılan bir skandala neden olmuştur. Küresel gıda fiyatlarının en az %30 artması ve küresel tahıl stoklarının azalması krizi şiddetlendirmiştir.

Sovyetler birliğinin dağılımını müteakip pazar odaklı bir ekonomiye geçerken yaşanan zorlu bir on yılın ardından, Rus tarımı yeni sistemin faydalarını toplamaya başladı ve tahıl ithalatçısından ihracatçıya geçiş başladı. Her ne kadar özellikle silo, nakliyat gibi alt yapı konularında hala özel sektör payı sınırlı ise de Rusya’nın ihracat ikliminde gelişmeler yaşayacağı beklenmelidir[3]. Halbuki Ukrayna bunları aşmış ve yabancı yatırımcılara kapısını açmıştır. Bunge, Cargill, IFC, Cofco, ve daha birçok uluslararası tahıl ticari firmaları Ukrayna’da ofislerini açmışlardır.

90’lı yıllardan bu yana bu iki ülkenin tarım politikalarının temel amacı, hayvancılık sektörünü canlandırmak ve ülkeyi tarımda mümkün olduğunca kendi kendine yeterli hale getirmek olmuştur.   Bunların çoğu başarılmış, örneğin Rusya yılda 3 milyon tondan fazla et ithal ediyorken son yıllarda bu ithalat yaklaşık onda birlere inmiştir. Büyüyen hayvancılık sektörünü ve 144 milyon insanını beslemek ve dünyanın en büyük buğday ihracatçısı unvanını kazanmak için Rusya, yüzyılın başında yılda yaklaşık 30 milyon ton olan buğday üretimini 2010’da iki katına çıkarak 60 milyon tona ve 2020’de rekor 85 milyon tona ulaştı. Şu anda Rusya ve Ukrayna 200 milyon tonluk buğday pazarının %32sini ellerinde tutuyor. Tutuyor da şu barış döneminde vergilerde oynama, ihracat kısıtlamaları gibi manipülasyonlar içindeyken, bir savaş durumunda neler olabileceğini insan düşünmek dahi istemiyor.  

 Krizin dünya buğday piyasasını büyük ölçüde etkileyeceği muhakkak. Buğdaya ulaşamayan birçok ülkede “Arap Baharı” beklenmelidir. Artan fiyatlarla baş etmeye çalışan buğday ithalatçısı diğer ülkelerin tüketicinin gıda güvencesinin ne denli tehlikede olabileceği tahmin etmek için kâhin olmak gerekmemektedir.

Fakat işin bizi ilgilendiren yanı, söz konusu tehlikenin ülkemize yansıması. Türkiye, 2020’de ithal ettiği 9 milyon 750 bin ton buğdayın 6,5 milyon tonunu Rusya’dan, bir milyon tonunu Ukrayna’dan alırken, bunun yarısı un olarak 160 ülkeye ihraç edilmektedir. Yani söz konusu kriz yalnız gıda güvencemizi değil, ekonomimizi de tehlikeye sokabilecektir.  

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti “Dombas Krizi ve Gıda Güvencesi” başlığı ile  http://blog.milliyet.com.tr/dombas-krizi-ve-gida-guvencesi/Blog/?BlogNo=636315 portalında yayınlanmıştır.


1 https://tr.euronews.com/2022/02/06/rusya-n-n-olas-bir-sald-r-s-nda-avrupa-n-n-enerji-kaynaklar-nas-l-etkilenir

[2] https://millermagazine.com/tr/blog/rusya-bugday-ihracat-vergisini-degistiriyor-4282

3 https://www.world-grain.com/articles/16273-the-fall-and-rise-of-russian-wheat

Dünya Gıdada Sürdürülebilir Sistem Arayışında: Türkiye’nin Öncelikleri Neler Olmalı

Tüm ülkeler için tarım giderek önem kazanmaktadır. Dünyanın geleceği ile ilgili tüm kuruluşlar tarım sistemlerini irdelemeye başladılar. FAO yeni tarım sistemleri üzerine hazırladığı raporda konuyu derinlemesine irdelerken, BM Gıda Sistemleri Zirvesi (UNFSS) konuyu tartışmak, iş birliği olanaklarını aramak ve daha iyi bir gelecek seçenekleri için halkın görüşünü de alacak bir diyalog sistemi oluşturdu  Tam bu aşamada Tarım ve Orman bakanlığımız internet üzerinden bir webinner gerçekleştirdi: “Sürdürülebilir Gıda Sistemlerine Doğru Türkiye’nin Ulusal Yol Haritası Lansmanı”ı. Doğal olarak ana başlıklara yer verilirken 3. Tarım Şurasında alınan kararlara da değinildi. Gönül isterdi ki gıda sistemlerimizin büyük bir eksiliği olan ve özellikle ARGE konusunun özel sektör, kamu ve üniversitelerin bir çatı altında toplandığı bir sistem, Ulusal Yol Haritasında yer alabilsin. Aslında 3. Tarım Şurası sonuç bildirgesindeki 60 karardan, bu yazıyı ilgilendiren 28. maddesi “Ar-Ge ve inovasyonda kaynakların daha etkin kullanılması için kamu, özel sektör ve üniversiteleri de kapsayacak yeni bir kurumsal altyapının oluşturulması” şeklindedir. Bu karar, henüz %42 sini yerli çeşitle sürdürdüğümüz tohumculuğumuz için bir çıkış hamlesi olabilir. Çünkü tohumculukla ilgili birçok konu, söz konusu üç kurumun bu konuda birlikte çalışmasını zorunlu kılmaktadır. Örneğin gen düzenleme gibi dünyada 4 yılda yeni bir çeşit geliştirme tekniklerine henüz ne kamu ve ne de özel sektörümüzün vakıf olduğu söylenebilir. Diğer taraftan, batıda tarımla ilgili yüksek öğretim kurumlarına ait araştırmalarının %80’i uygulamalara dönükken, ziraat fakültelerimiz araştırmalarının yalnız %20si pratik hedeflidir.

Sürdürülebilir Gıda Sistemlerinin ele alındığında özellikle son yıllarda ekonomik ilerleme sağlayan bazı ülkelerin neler yaptıklarına bir göz atalım.

Ülkelerin ekonomik göstergesi olarak Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYH) yanında Satın Alma Gücü Paritesi (SAGP kriterleri kullanılır. SAGP ülke kazancının satın alabilme gücünün ifadesi olup, ülkeler arası fiyat farkı etkilerinden arındırmakta ve ekonomilerin gerçek yüzünü yansıtmaktadır.

Çizelgede, 2021 yılının, GSMH’ya göre ekonomisi en büyük 10 ülke ilk üç sütunda sıralanmaktadır. 4, 5 ve 6. sütunlarda ise 2020 yılının SAGP sıralamasına göre 10 ülke yer almaktadır. İlk sıralamada yerini koruyamayıp ikinci sıralamada sıra kaybedenlere v, tersine üst sıralara çıkanlara ^ da simgeleri verilmiş ve bunlar da çizelgenin son sütunda yer almışlardır.  Bu simgelerle gerçek ekonomik sıralamada Çin, Hindistan, Rusya, Endonezya, Brezilya’nın öne çıktıkları açıkça görünüyor. Bu ülkelerin çoğunun BRİC ülkeleri olarak bir araya geldikleri de bilgilerimiz dahilindedir[1]. Yerlerini üst sıralara çeken ülkelerin genel özelliklerine bakıldığında; nüfus artışı, fiziki ve insan sermayesindeki artışlar, bilim ve ileri teknolojilerden yararlanma oranlarının öne çıktığı kolayca anlaşılabilir. Fakat bazı ülkeler, belirli sektörlere ağırlık vererek öne çıkmışlardır. İşte bu ülkelerinin tarımsal üretim ve gıda sistemlerinde ne gibi yenilikler yaptıklarına bir göz atalım:

BREZİLYA: 2001 yılında 17 milyar US$’lık tarımsal ürün ihracatını 2019’larda 97 milyar US$’a çıkaran bu ülke teknolojiye ve araştırmaya verdiği önemin meyvesini toplamaktadır. İlginçtir, diktatörlük zamanında çıkarttıkları bir yasa ile tarımsal araştırma faaliyetlerinde kamu, üniversite ve özel sektörü tek bir çatı altında toplayarak (EMPRAPA), tarımda büyük gelişmeler sağlamıştır. Asidik savanaların toprak ıslahı ile yola çıkılarak geliştirilen yeni mera bitki çeşitleriyle, açık alan sığırcılığında dört yıl olan kesim ağırlığına ulaşımı, 20 aya düşürebildiler. ABD’den sonra transgenik çeşit geliştiren ilk ülke olarak biyotek soya, mısır ve pamuk tarımı yapılırken, tarımsal biyoteknolojide, şeker kamışı, fasulye, papaya, patates ve bazı ağaç türleri tarla deneme aşamasındadır[2] .

ÇİN: Dünyada tarımsal araştırmalara en fazla kamusal yatırım yapan Çin, tarımsal biyoteknolojide daha 2004’lerde sonuç almış ve kendi transgenik pamuk çeşitlerini üretime sokmuştur. Çin Tarım Bilimleri Akademisi (ÇTBA), Çin’in kendi kendine yeterli olabilmesi için, 2030 yılına kadar bazı bitkisel ve hayvansal ürünlerde verim ve kaliteyi yükseltmeyi hedef olarak belirlemiştir. Son yıllarda, ÇTBA poliploid ıslahı, gen düzenleme ve genetik olarak değiştirme dahil temel biyoteknolojik yöntemlerde önemli atılımlar yaparak gelecekteki araştırmalar için sağlam bir temel oluşturdu. Akademi bu doğrultuda 50 hedef belirlerken yenilikçi araştırmalara, tohumculukta girişimciliğe, bilim ve teknoloji platformunun oluşturulmasına öncelik verileceğini ve böylece tohumculukla ilgili ana sorunların çözümlenebileceği ve 2030 yılına kadar yüzde 10 olan kendine yeterlilik oranını yüzde 50’ye ulaştırmayı hedeflemektedir.

HİNDİSTAN: 2003 yılında transgenik pamuk tarımına onay veren bu ülkede, 2004 yılında 11,6 milyon hektar ekim alanın %93’ünde biyotek çeşit ekilmiştir. Böylece verim %34-42 oranında artırılırken, %50 civarında ilaç masrafları azaltılmış ve ilaçlamadan kaynaklanan çiftçi ölümleri %88 oranında azalmıştır. Gen düzenleme yöntemi ile dört yılda[3] geliştirilen nohut çeşitleri, yeni ıslah tekniklerini uygulama konusunda Hindistan’ın öncülüğünü sergilemektedir.

RUSYA: Biyoteknoloji konusunda oldukça geç kalmıştır. Putin’in imzaladığı ve 2012-2015 ve 2016-2020 yıllarında iki aşamada uygulanacak 1,18 trilyon rublelik bir programın asıl amacı, dünyada önemli yeri olan biyoteknolojinin artılarından Rusya’nın da yararlanmasıdır[4].  Ve tabiiki meyvelerini toplamaya başladılar bile: Russia’s First Gene-Edited Calf Turns One[5] (Rusya’nın gen düzenlemesi ile elde edilen buzağısı bir yaşına girdi).

Tarımsal biyoteknoloji konusunda Türkiye başka ülkelerin ürünlerini ithal edip, yem sanayisinde kullanarak, o ülkelerin çiftçisini desteklerken, kendi çiftçisine bu artı değerlerden yararlanmayı yasaklamıştır. Bu yasak bilimsel araştırmalara dahi öylesine yansımıştır ki, bu konuda ülkemizde “yaprak kımıldamamaktadır”. Gelecekte kurulacak kamu, üniversite ve özel sektörün bir çatı altında toplandığı, Brezilya’nın EMPREPA benzeri bir “Türkiye Tarımsal Araştırma Kurumu” gıda sistemlerimizi dünya ile entegre edebilecektir.

Nazimi Açıkgöz      (https://about.me/nazimi.acikgoz)


[1] http://blog.milliyet.com.tr/nasil-oluyor-da-bric-ulkeleri-2050-lerin-ekonomisinde-liderlige-oynayabiliyorlar/Blog/?BlogNo=581874

[2] http://blog.milliyet.com.tr/brezilya-nin-tarimsal-mucizesi/Blog/?BlogNo=372462

[3] http://blog.milliyet.com.tr/cesit-gelistirme-4-yila-indi/Blog/?BlogNo=612792

[4] Biyoteknolojide Rusya’nın aklı başına yeni geldi, http://blog.milliyet.com.tr/gidakrizivebilim

[5] http://iasvn.org/en/homepage/Russia%60s-First-Gene-Edited-Calf-Turns-One-10187.html

Genel kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Tarımda Gen Düzenleme Teknikleri Yaygınlaşıyor

Son 200 yıl içinde dünya nüfusu 1 milyardan 7,9 milyara çıktı. Böyle hızlı bir nüfus artışına tarımsal üretim ekim alanlarının genişleterek ve birim alandan kaldırılan ürünü artırarak ayak uydurabildi. Nitekim son yüz yılda değişik ıslah teknikleri ile verimin kat be kat artırıldığına şahit oluyoruz (Grafik). Teorik potansiyelin henüz çok gerisinde olduğumuz da bir gerçek. Nitekim dünya çeltik verim ortalaması dekara 333 kg iken Hindistan’da bir denemede söz konusu verim 2240 kg/da’a ulaşılabilmiştir[1]

Verim artışını sağlayan çeşitte genetik değişim, farklı ıslah yöntemleri ile gerçekleştirilmektedir. Klasik melezleme, seleksiyon, mutasyon poliploidi gibi tekniklere son 30 yılda GDO (Genetiği Değiştirilmiş organizmalar) yöntemlerini devreye sokarak, sürekli yeni genotipler geliştirmektedirler. 2013’lerde keşfedilen Gen Düzenleme (Gen Editing) yöntemi kaşiflerine de Nobel Ödülü kazandırırken, ıslah süresini de oldukça kısaltmıştır.

 Bu teknik aslında klasik mutasyon ıslahının laboratuvar versiyonudur. Bilindiği gibi mutasyon, canlı genlerinden birinde, kendiliğinden veya amaçlı oluşturulan bir değişimdir. Dünyada mutasyon yöntemleri ile ıslah edilmiş 4000’e yakın çeşit tescil edilmiştir. Bu genom düzenlemeleri, CRISPR ve bir seri yeni gen mühendisliği yöntemlerini kapsamaktadır. Bu yöntemlerde, GDO’lardaki gibi dışarıdan herhangi bir gen transferi söz konusu değildir. Tersine hedeflenen genin, uygulanan geçici DNA kesici enzimleri ile susturulması, etkisinin artırılıp azaltılması, yani mikro-mutasyona tabi tutulmasıdır.

Son yıllarda gen düzenleme yöntemleri ile elde edilen sonuçları kısaca bir göz atalım:

  • Daha 2019 yılında Arjantin’de tatlı su çuprası;
  • ABD’de yağ kalitesi iyileştirilmiş soya;
  • Hindistan’da dört yıl gibi kısa zamanda ve nohut;  
  • Japonya’da tatlı domates çeşidi;
  • Japonya’da bir mercan balığı;
  • İngiltere’de yeni buğday hatları tarla deneme safhasında;
  • Japonya’da başakta çimlenmeyen arpa tescil edildi;
  • ABD’de uzun raf ömürlü çilek geliştirildi;
  • Japonya’da fangri mercan ıslah edildi;
  • Rusya’da CRISPR’den yararlanılarak ilk buzağıyı klonlandı (inek sütüne alerjiyi devreden çıkaran);
  • Çin’de azottan daha fazla yararlanabilen buğday çeşidi geliştirildi. Ve yüzlerce yeni genotip adayları yolda…

Gen düzenleme yöntemlerine bakış açısı ülkeden ülkeye değişmektedir. Örneğin AB, bu yöntemle ilgili mevzuatı GDO kapsamına alarak, adeta gen düzenleme yöntemleri ile geliştirilen çeşitlerin tarımının yasaklamıştır. Aynı yaklaşım ülkemiz için de geçerlidir. Halbuki GDO’ya karşı Rusya 2019 yılında gen düzenleme ile ilgili araştırmaları başlattı. Nitekim kısa zamanda klonladığı buzağıyı sürüye kattı bile. 

Görüldüğü gibi gen düzenlemenin faydalarından yalnız belirli ülkeler yararlanmaktadır. Türkiye dahil bir çok ülke olayın öneminin ve aciliyetinin henüz farkında değiller. Bu tür çalışmalara Tarım ve Orman Bakanlığımızın destek verildiği bilinmektedir. Ancak konunun araştırma bazında muhatabı Tarla Bitkileri Merkez Araştırma Enstitüsü Biyoteknoloji Bölümünün çalışma konuları arasında yer dahi almaması ilginçtir[2]. Gönül istiyor ki bu ve benzeri konular özel sektör, üniversiteler ve kamunun bir çatı altında toplandığı “Türkiye Tarımsal Araştırma Kurumu”nca ele alınabilsin.

Gerek özel sektör gerek kamu karar vericiler için farkındalık yaratmak kaçınılmaz görünüyor. Gelin AB bitki ıslahçılarının söz konusu yöntemden bir an önce yararlanmaya başlamak için ne yaptıklarına bir göz atalım: Yüksek verim ve kalite gibi bitki ıslahının genel hedeflerine yönelik araştırmalar en çok tahıllar, soya, patates ve diğer 51 kültür bitkisinde yoğunlaşmaktadır. İşte Almanya’nın küçüklü büyüklü 60 bitki ıslahçı firması, yeni ıslah tekniklerinden (YİT) yani gen düzenlemeden yararlanarak, mantari hastalıklara toleranslı-dayanıklı buğday genotipleri geliştirmek için 2020 yılında PILTON projesinde bir araya gelmiştir. Böyle sofistike bir atılımın gereksinimden ortaya çıktığı kolayca anlaşılabilir. Ne var ki proje yürütücülerinin zihinlerini meşgul eden büyük bir sorunları var. AB’de Islahın belirli aşamalarındaki test ve tescil işlemlerinde, yeni ıslah tekniklerinin de genetiği değiştirilmiş ürünlerle (GDO) aynı muameleyi görmektedir. Ki bu durumda aday genotiplerin çevre, sağlık vs. testleri için GDO’larda olduğu gibi milyonlarca Euro gerekecektir. Bu durumda küçük ölçekli firmaların bu masrafları karşılayamayacağı bir gerçek[3].  Bilindiği gibi YIT ile geliştirilen çeşitler ABD başta olmak üzere birçok ülkede GDO kapsamında değil, klasik ıslahla geliştirilen çeşit adaylarında uygulanan yönetmeliklere göre test ve tescil edilmektedir. Peki PILTON proje yönetiminin bu konudaki görüşü ne? Bir proje sorumlusu “İlginç bir ortamda çiftçi ve toplum için, gerçek katma değeri olan net ve pratik bir proje oluşturduğumuza inanıyoruz. Bu konuda AB kurullarının olayı yeniden düşünmesinin zamanı gelmiştir. Ayrıca olaya siyasi olarak da müdahil olabiliriz” diyor!

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti http://blog.milliyet.com.tr/gen-duzenlemesi-yayginlasiyor/Blog/?BlogNo=635817’da yayınlanmıştır.


[1] http://blog.milliyet.com.tr/celtik-veriminde-dunya-rekoru/Blog/?BlogNo=406206

[2] https://arastirma.tarimorman.gov.tr/tarlabitkileri/Menu/23/Biyoteknoloji-Bolumu

[3] https://www.transgen.de/aktuell/2807.weizen-pilztoleranz-pilton-crispr.html

Pamuk Dosyası 2021

Tarımımızda en fazla tartışılan bitkilerden biri olan pamuk, özellikle sosyal yanıyla da sürekli gündemde kalmıştır. “Ürettiğimizden daha fazlasını ithal ediyoruz!” gibi hamasi yaklaşımların yanında, “bu sene pamuğu toplatacak işçi bulamadık” yakınmalarına da şahit olunmuştur. Pamuk ithal ettiğimiz Yunanistan ekonomistlerinden birinin ifadesi “biz Türk tekstilcisini zengin etmek için mi pamuk yetiştiriyoruz” ifadesi de ilginçtir. Gerçekten, dahilde işlem rejiminden en fazla yararlanan pamuk sektörü, katma değer üretiminde de en önde gelmektedir.

2020/2021 üretim sezonunda dünyada 32,6 milyon ha alanda 26,2 milyon ton lif pamuk üretilmiştir. Dekara verim ise 76 kg olarak tahmin edilmiştir. Türk çiftçisi ise aynı sezonda, 430.000 hektardan, dekara 162 kg verim alarak, 697 bin ton pamuk hasat etmiştir. Aynı sürede sanayinin ihtiyacı ise 1,8 milyon ton olacağı tahmin edilmektedir. Bu demektir ki 1,1 milyon tonluk ithalat söz konusudur. 2019/2020 yılı verilerine göre Türkiye’nin pamuk ithal ettiği ülkeler ve ithalat oranları grafikten izlenebilir. Bu verilerin ülke ve oranların yıldan yıla değişeceği muhakkak.

Kovid-19 pandemisinin tekstil ihracatına değişik etkileri olmuştur. Aşı ve diğer gelişmeler karşısında AB, ABD ve iç piyasalarda tüketimin artması ve Asya’lı rakiplerine göre lojistik avantajı ile, Türkiye’nin yıllık tekstil ürünleri ihracatı 30 milyar doları bulabilecektir.   

Pamuk ithalatı, başta tekstil sektör mensupları olmak üzere birçok kesimde “kendimiz üreterek ithalata verilen parayı ülkemizde tutamaz mıyız” gibi bir soru aklımıza getirmektedir. Diğer taraftan çiftçimiz, potansiyel pamuk alanlarını yılda iki ürün alınan mısır tarımına kaydırmış ve böylece 6 milyon tonlara ulaşan mısır üretimimizle, bazı yıllar 3 milyon tona ulaşan mısır ithalatının en aza indirilmesine olanak sağlanmıştır. Üreticinin tercihinde tarımsal destekler, GAP’taki gelişmeler nedeniyle işçi teminindeki sorunlar öne çıkmaktadır. Dünyadaki transgenik pamuk tarımındaki gelişmelerle artan üretim ve düşen fiyatlarla rekabet edememe gibi konular da pamuk ekim alanlarının daralmasında etkili olmuştur.   

Pamuk tüketiminde Çin, Hindistan ve Pakistan’ın ardından dördüncü sırada yer alan Türkiye, dünya pamuk ticaretinde de söz sahibidir.

Pamuk ihracatı ağırlıklı olarak hazır giyim, kumaş ve iplik şeklinde gerçekleşir. Türkiye 2019 yılında iplik – kumaş yani tekstilde 12,4 milyon dolar ve hazır giyimde de 15,5 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirmiştir. Yaklaşık olarak ham pamuktan ipliğe dönüşümde 2-3, iplikten dokumaya geçişte 5-7, konfeksiyona geçişte 8-12 kat katma değer yaratılmaktadır. 2019 yılı dünya tekstil ihracatından aldığı %3,6’lık pay ile Türkiye, ülke bazlı sıralamada 5’inci, dünya hazır giyim ihracatından aldığı %3,3’lük pay ile 7’nci büyük ihracatçı konumundadır.

Pamuk tarımında da Türkiye, birim alandan alınan verim sıralamasında dekara 162 kg verimle Avustralya’dan sonra (244 kg/da) ikinci gelmektedir. Kazakistan, Özbekistan gibi bazı Orta Asya ülkelerinde olduğu gibi, kuru koşullarda pamuk tarımı yapan birçok ülkede verim, 50 kg/da civarında kalmaktadır.

Türkiye’de pamuk tohumculuğunda da oldukça çarpıcı noktalar vardır. 42 koruma altına alınmış çeşitten 26’sı Tarımsal Araştırma kuruluşlarına, 12’si özel sektöre, 4’ü yurtdışı kuruluşlarına (İkisi Üniversite) aittir. Bir ıslahçı firmamızın geliştirdiği üç pamuk çeşidinin (MAY455, MAY505 ve MAY344) ABD’de tescillenip koruma altına alınmış olması da ilginç olsa gerek[1][2]. Türkiye’de tescilli bir pamuk çeşidi de Benin, Sudan, Suriye ve Tacikistan’a satılmıştır.

Dünyada yetiştirilen ilk genetiği değiştirilmiş dört üründen biri pamuktur. 20 yıl içinde, transgenik pamuk alanları toplam dünya pamuk alanlarının %75’ine ulaşmıştır[3]. Pamuk yetiştiren 13 ülkeden bazılarında, ekim alanlarının %92’yi aşan oranda GDO pamuk ekilmektedir. Bu ülkelerdeki pamuk tarımı büyük farklılıklar göstermektedir. Örneğin Çin’de 3,6 milyon hektarlık ekim alanının %96’nında transgenik pamuk tarımı yapılmaktadır.

Hindistan’daki pamuk üretiminin ise, dünyada başka örneği yoktur. 2000’li yıllarda pamuk ithalatçısı olan ülke, 2002’lerde başlattığı transgenik pamuk tarımı ile bugünün başlıca ihracatçısı olmuştur. Ülke böylece, o yıldan günümüze üretimini üç kat artırarak, dünyanın en geniş pamuk plantasyonunu 12 milyon hektara ulaştırmıştır.  Bu alanın %95’i transgenik olup, üretim yalnız Hindistan’a özgü hibrit (F1-Melez) tohumla yapılmaktadır. Transgenik tohum, uluslararası firmaların yanında, ulusal kuruluşlarca da sağlanmaktadır. Geliştirilen binlerce çeşitle Hint pamuk üreticisi, pembe ve yeşil kurt gibi zararlılar için yılda 20 civarındaki ilaçlama sayısını 2-3’e indirerek üretim masraflarını azaltmışlardır. Son zamanlarda geliştirilen yeni genotipler, zararlılara dayanıklılık yanında, hastalık, emici böceklere, virüslere, kurağa ve tuza dayanıklılık, yüksek lif kalitesi gibi çoklu amaçlara uygundurlar.

Günümüz pamuk tarımını yönlendirecek çarpıcı bir atılım gerçekleştirilmektedir: İyi Pamuk Uygulamaları! Uluslararası “Better Cotton Initiative” (http://bettercotton.org/) organizasyonun bu hamlesi ile “pamuğun ekiminden-tekstil satış raflarına tüm ortam, işlem ve çalışanların refahı dâhil, pamukla ilgili her şeyin iyileştirmesi ve standarda bağlanması hedeflenmektedir. Diğer bir ifade ile sürdürülebilir bir pamuk üretimi için gerekli sosyal, ekonomik ve çevresel tedbirlerin alınması sağlanmak istenmektedir.

2013 yılında kurulan IPUD, sürdürülebilir pamuk üretimi konusunda dünyada önemi gittikçe artan ‘’Better Cotton’’ lisanslı pamuğu Türkiye’de üreterek, Türkiye’deki pamuk üretimini sosyal, ekonomik ve çevresel anlamda sürdürülebilir kılmak ve Türk tekstil sanayicisinin sürdürülebilir pamukta dışa bağımlılığını azaltmak için çalışmaktadır. Peki dünya ve Türkiye pamuk üretim olanakları ve pamuk ekonomisi buna ne kadar izin verecektir?

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti “A’dan Z’ye 2021 Pamuk Dosyası“ başlığı ile http://blog.milliyet.com.tr/a-dan-z-ye-2021-pamuk-dosyasi/Blog/?BlogNo=635304 linkinde yayınlanmıştır.

Pamuk ithalatı, iplik ihracatı, kumaş ihracatı, pamukta çeşit ihracatı, pamuk üretimi


[1] http://blog.milliyet.com.tr/tohumda-ortadogu-liderligi/Blog/?BlogNo=621548

[2] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2020/06/21/turkiye-ve-komsularinda-tohumculuk/

[3] http://www.isaaa.org/resources/publications/briefs/51/executivesummary/

Tohumculuğun Ana Sorunu Çeşit Geliştirme

İklim değişikliğine Pandemi de eklenince gıdanın-tarımın önemi oldukça öne çıktı. Önümüzdeki yıllarda yeterli gıda üretilemeyeceği, gıda fiyatlarının artacağı konusunda endişeler dile getirilmeye başlandı.  

Peki Türkiye önümüzdeki yıllarda yeterli gıda maddesi üretebilecek mi? Burada ilaç, gübre gibi tarımsal üretim girdilerinden yalnız birine tohuma odaklanalım. İlk akla gelen soru ülkemiz tohumda-çeşitte kendine yeterli mi? Ne yazık ki birçok konuda olduğu gibi bu alanda da aşırı bir bilgi kirliliği vardır. Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre 2020 yılında 162 milyon USD tohum ihraç edilirken, 199 milyon USD tohum ithal edilmiştir. Bu durumda ihracatın ithalatı %81 oranında karşıladığı ortaya çıkmaktadır. Fakat bazı STK’ların bu hesaplarda tohuma süs bitkileri ve fidanı da ekleyerek ihracatın ithalatın üstüne çıkarak %114 karşıladığını savunmaktadır[1]. Bunun, onlarca sorun içinde boğuşan tohumculuğumuza nasıl zarar verebileceği hiç mi düşünülmez? En azından sorunlara göz atan bir politikacı “tohumculuğumuzda bir sorun yok” saptamasına gidebilir. Hiçbir ülkede uygulanmayan bu istatistikle, kamuoyunu yanlış bilgilendirme, hiçbir SKT’nin hakkı olamaz.

Tohumculuğumuzda tohum ithalat-ihracatından daha önemli bir konu öne çıkmakta: Geliştirilmiş çeşit sayısı. Grafikte mısır, domates ve patateste korunmaya alınmış çeşitlerinin ve firmaların yerli-yabancı karşılaşmalarına yer verilmektedir. Aslında Türkiye’de korunmaya alınmış çeşitlerin %58’inin yabancı olduğu[2] zaten bilinmekte. Peki o yabancı çeşitlere ne kadar ıslahçı hakkı – royalite ödendiğini tahmin edebiliyor musunuz? Üretim izni alınıp, tohumluk üretimi yapıldığı, çeşit tescil edilmese bile söz konusu tohumların satışının devamının, tescilli yerli çeşitlerin kullanımının ne denli önüne geçildiğine değinmeğe gerek bile yok.

Bitkisel üretimin temeli olan tohumun, katma değeri yüksek bir ürün olarak ülkemizdeki geleceği çok iyi irdelenmelidir. Dünyada hızlı gelişen tohum ıslah tekniklerinden başlayarak ihracat potansiyeline kadar birçok konu planlama, projelendirilme ve stratejilerinin belirlenmesini gerektirmektedir.

Türk tohumculuğu ancak 1980’lerde liberalleşme ile özel sektörü devreye sokabilmiştir. Yurtdışındaki rakiplerine göre genç tohumculuk firmalarımızın çarpıcı öyküleri var. Bir sebze tohumculuk firmamız 75 yurt dışı distribütörlüğü ile kendi ıslah ettiği çeşitlerin tohumlarını pazarlarken, diğer bir ıslahçı firmamızın geliştirdiği üç pamuk çeşidi (MAY455, MAY505 ve MAY344) ABD’de tescillenip koruma altına alındı. Diğer taraftan kamu araştırma kuruluşlarınca geliştirilen 4 buğday, 4 pamuk, 1 ayçiçeği, 3 nohut, 4 çeltik çeşidi İspanya, Fransa, Rusya, Makedonya, Ukrayna, Benin, Sudan, orta Asya ve komşu ülkelere satılmıştır.

Türkiye’nin geliştireceği yeni çeşitlerle, özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu tohumculuk pazarında çok daha etkin olabilir. Çünkü bu ülkelerin ARGE bütçeleri henüz GSM Hasılalarının %1 civarındadır.

Çeşit geliştirmenin artılarının farkına varan Türk firmalarının yeni genotipler – hatlarla desteklenmesi gerekmektedir. Bu konuda özellikle gen düzenleme gibi yeni ıslah teknikleri ile Üniversitelere büyük görevler düşmektedir. İşte bu aşamada TARIM ŞURASINDA alınan kararlar çerçevesinde tasarlanan, özel sektör, üniversiteler ve kamunun bir çatı altında toplandığı “Türkiye Tarımsal Araştırma Kurumu”nun bir an önce oluşturulması çok yerinde olacaktır. Çeşit geliştirmede dünyada büyük beklenti içinde olduğu yeni ıslah tekniklerinin, moleküler biyolojiden geçtiği bu aşamada[3], tam yapılandırmalarını henüz tamamlayamamış tohumculuk firmalarımızın üniversitelerle partnerlikleri kaçınılmazdır. Diğer taraftan kısıtlı ekonomik yapımızda üniversitelerin ülke gerçekleri ve gereksinimlerine yönelik araştırma yapmaları beklenmektedir. Batıda ziraat fakültelerinde yapılan tezlerin %80’i tarımsal endüstri ile ilgili iken, bizde bu rakamın %20’lerde kalması ne derece rasyoneldir. İşte kastedilen KURUM özel sektör – üniversite ortak platformunu oluşturarak, üniversitelerin araştırmalarını da ülke gereksinimlerine yöneltebilecektir.

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu makalenin bir özeti “Tarımımızda Çeşit Büyük Sorun “başlığı ile http://blog.milliyet.com.tr/tarimimizda-cesit-buyuk-sorun/Blog/?BlogNo=635033 yayınlanmıştır.


[1] https://www.turktob.org.tr/uploads/plugo/bilgimerkezi/raporlar/SEKTOR_RAPORU_2021.pdf

[2] http://blog.milliyet.com.tr/covid-19-ve-tohumculugumuz/Blog/?BlogNo=624333

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2021/11/02/cin-gida-yeterliligi-icin-genetik-muhendisligini-devreye-sokarken/amp/

Çin Gıda Yeterliliği İçin Genetik Mühendisliğini Devreye Sokarken

Dünyanın en büyük tarım ekonomisine sahip Çin[1] global gıda üretiminin dörtte birini tek başına üslenmektedir. Diğer taraftan parasal açıdan dünyanın en çok tarım ürünü ithal eden ikinci ülkesidir. ABD ile başlayan ticari savaştan sonra Çin, birçok üründe kendi kendine yeterli olma çabasındadır. 9,5 milyon kilometre kare yüz ölçümü ve 1,3 milyarlık nüfusu ile son 50 yılda gayri safi milli gelirini (GSMG) her yıl %10 artırarak dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olmuştur. Fakat çalışan nüfusun istihdam edildiği tarım sektörünün GSMG e katkısı ancak %10 oranındadır. O nedenle Çin yapısal reformlar, kurumsal yenilikler, yoğun ARGE ve sosyal yatırımlarla tarımsal verimliliği ve dolayısı ile gıda üretimini artırmayı amaçlamaktadır. Ülkenin ARGE’yi ne denli önemsediği grafikten de kolayca anlaşılabilir.

Çin Tarım Bilimleri Akademisi (ÇTBA), Çin’in kendi kendine yeterli olabilmesi için, 2030 yılına kadar bazı bitkisel ve hayvansal ürünlerde verim ve kaliteyi yükseltmeyi hedef olarak belirlemiştir.

Son yıllarda, ÇTBA poliploid ıslahı, gen düzenleme ve genetik olarak değiştirme dahil temel biyoteknolojik yöntemlerde önemli atılımlar yaparak gelecekteki araştırmalar için sağlam bir temel oluşturdu. Akademi bu doğrultuda 50 hedef belirlerken yenilikçi araştırmalara, tohumculukta girişimciliğe, bilim ve teknoloji platformunun oluşturulmasına öncelik verileceğini ve böylece tohumculukla ilgili ana sorunların çözümlenebileceği görüşündedir. Hedef her ne kadar dört ana ürüne (çeltik, buğday, mısır ve soya) odaklanmışsa da sebzeler dahil diğer ürün ve çiftlik hayvanlarını da kapsamaktadır. 2030 yılına kadar brokoli, havuç ve ıspanak gibi sebze çeşitlerinin kendi kendine yeterlilik oranı şu anki yüzde 10’dan yüzde 50’nin üzerine çıkartılacak.

Çin’de tohum kullanımının güvenliği sağlanmış olsa da ülke ıslah teorisi ve temel teknolojiler açısından küresel olarak geride kalıyor. Bazı sebze tohumlarının mevcudiyeti ithalata bağlı kalırken, mısır ve soya fasulyesi verimleri de gelişmiş ülkelerinkilere ulaşmamıştır.

Hedefe klasik bitki ıslahı ile ulaşılması 10-15 yıllık bir zaman gerektirebilir. Fakat son yıllarda geliştirilen Yeni Islah Teknikleri- (YIT, Açıkgöz 2019: http://blog.milliyet.com.tr/cesit-gelistirme-4-yila-indi/Blog/?BlogNo= 612792) bitki ıslahçılarına büyük ölçüde zaman kazandırabiliyor. Bu teknik aslında klasik mutasyon ıslahının laboratuvar versiyonudur. Bilindiği gibi mutasyon, canlı genlerinden birinde, kendiliğinden veya amaçlı oluşturulan bir değişimdir. YIT 2010 yılından beri laboratuvarlarda, moleküler bazda, genom içi düzenlemelerle gerçekleştirilmeye başlamıştır.  Bu yöntemde genotipler kısa sürede tescil edilip, üreticilere ulaşabilmektedir.  Bu genom düzenlemeleri (gen editing, gen düzenleme), CRISPR gibi bir seri yeni gen mühendisliği yöntemlerini kapsamaktadır. Bu yöntemlerde, GDO’lardaki gibi dışarıdan herhangi bir gen transferi söz konusu değildir. Tersine hedeflenen genin, uygulanan geçici DNA kesici enzimleri ile susturulması, etkisinin artırılıp azaltılması, yani mikro-mutasyona tabi tutulmasıdır.

 Dünyada ticarete yönelik gen düzenleme araştırmalarında Çin 541 proje ile önde giderken, ABD 387 ve Japonya da 81 proje ile onu izlemektedir.  Yüksek verim ve kalite gibi bitki ıslahının genel hedeflerine yönelik bu araştırmalar en çok tahıllar, soya, patates ve diğer 51 kültür bitkisinde yoğunlaştırılmıştır[2].  

AB dışında uygulanmaya başlanan bu gen düzenleme yöntemleri ile standart tohumculuk firmaları devreye girerek kısa zamanda birçok çeşit geliştirmiştir. Bu uygulama, transgenik mevzuatında değil, standart bitki ıslahı ilkelerine göre yürütülmüştür. AB (ve dolayısı ile AB ile ticari ilişkisi olan Türkiye gibi ülkeler) gen düzenlemelerinin de GDO’lu ürün mevzuatında olduğu gibi, yani sağlık ve çevre risk testleri ile değerlendirilmesi zorunluluğu getirmiştir. Bu uygulamaya tohumculuk firmaları maliyetleri artıracağı için karşı çıkarken, AB çiftçisi de biyoteknolojinin sözü edilen artılarından yararlanamama nedeni ile rekabet güçlerini koruyamayacaktır.  Son yıllarda AB tohumcu firmaları, mevzuat değişikliği beklentisi ile, gen düzenlemeleri yöntemlerini devreye sokmaya başlamışlardır[3]. Türkiye’de de bu tür çalışmalara Tarım Bakanlığınca destek verilse de konunun muhatabı Biyoteknoloji Bölümü çalışma konuları arasında yer dahi almamıştır (https://arastirma.tarimorman.gov.tr/tarlabitkileri/Menu/23/Biyoteknoloji-Bolumu). Gönül istiyor ki bu ve benzeri konular özel sektör, üniversiteler ve kamunun bir çatı altında toplandığı “Türkiye Tarımsal Araştırma Kurumu”nca ele alınabilsin. Fakat her şeyden önce kovid aşısının geliştirilmesinde kullanılan biyoteknoloji mevzuatında yapılan değişikliğin, AB tohumculuğuna da uygulanması ve böylece ülkemizin tarım ve gıda üretim potansiyelinin artırılma şansının kaçırılmaması dikkate alınmalıdır.

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının özetine http://blog.milliyet.com.tr/cin-in-gida-yeterlilik-sorunu/Blog/?BlogNo=634671 linkinden ulaşılabilir.


[1] https://www.millermagazine.com/cin-dunyanin-en-buyuk-tarim-ekonomisi/.html

[2] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2020/10/05/abnin-pestisit-kullanim-kisitlamalari-bitki-islahcilarini-birlestirdi/

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2021/05/26/ab-tariminin-gelecegi-icin-nasil-hazirlaniyor/

Tarımda Dahili İşlem Rejiminden Yeterince Yararlanabiliyor muyuz?

Gelişmiş ülkelerin tarımsal ürün ticareti yapan şirketleri, ürünü alıp gereğinde ülkelerine sokmadan dahi ihraç edebilmektedir. Reeksport veya antrepo ticareti de denilen bu sistemde üründe herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. İthal edilen üründe yapılan işlemlerle katma değer yaratılarak yapılacak ihracatın özel bir mevzuatı oluşmuştur. Dahilde İşlem Rejimi diye bilinen bu sistemin en çarpıcı tarafı işlenmek için ithal edilen üründen gümrük vergisinin alınmamasıdır.

Gelişmiş ülkelerin uluslararası ticaret yapan firmalarının ara ve hammadde ticaretinde adeta tekel oluşturdukları bir gerçek. Kahve, tütün, fındık gibi bazı ürünlerde hiçbir üretimi olmayan bazı AB ülke firmaları, yalnız ülke ihracatına değil aynı zamanda ülke işçi sorunlarının çözümüne de katkılar sağlamaktadırlar.

Dahilde İşleme Rejimi, firmaların ihraç ürünleri sağlamak için yurt dışından getirilen ve vergilendirilmesi beklenen, aslında ithali gümrük vergisine tabi ürünlere-mallara gümrük muafiyeti sağlayan, bir ihracatı teşvik sistemidir. Tabii ki vergi dışında KDV, ÖTV ve diğer vergi ve fonlardan da muafiyet ve hatta resim-harç istisnaları sistemin ihracatçılara sunduğu avantajlardır. 

Sistemi sanayicinin yanında, tarım sektöründen birçok kesim uzun süredir kullanmaktadır. Başta un ve yağ sanayi olmak üzere yumurta, et, balık üretip ihraç eden firmalar yıllardır bu teşvikten yararlanmaktadır.

Sistemin ana yürütücüsü Ticaret Bakanlığı İhracat Genel Müdürlüğü olup Dahilde İşleme İzni için ilk başvuru Gümrük ve Tekel Bakanlığına yapılır.

Tarımsal ürünlerle ilgili olarak 2016 yılında “Tarım Ürünlerine İlişkin Dahilde İşleme Rejimi Genelgesi” yayınlanmıştır. Bu genelgede canlı hayvanlardan etlere, balıklara; kuru meyvelerden yaş meyve sebzelere, zeytin, zeytin yağı ve salçaya, konserveye, meyve suyuna, alkollü içkilere, şekerlemelere, kabuklu baklagillere, bağırsak ve çiçek fidesine kadar detaylar ele alınmıştır. Bu kategorilerin her birinde özel düzenlemelere gidilmiştir. Örneğin buğday kategorisinde ithal edilen buğdaydan yalnız un elde edilmekle yetinilmez.  Buğday irmiği, makarna, bulgur, aşurelik buğday gibi birçok ürünün de ihracatı yapılır. O nedenle Dahilde İşlem İzin Belgesinde aşırı detaya gereksinim vardır. Bu detaylar o kadar titizlik gerektirmektedir ki zaman zaman yeminli mali müşavir raporuna bile başvurulmaktadır.

Dahilde işlem rejimi çerçevesinde ithal edilen ürünlerin, işlenerek ihracatı için genelde 6 aylık bir süre tanınmışsa da yavru balık ithal edilerek yetiştirilen balıklarla yapılacak dondurma, kurutma, tütsüleme, tuzlama, fleto ve salamura işlemlerinde süre 24 aya kadar çıkabilmektedir.

Dahilde işlem sistemi için buğday ithalatı çarpıcı bir örnektir. Zaman zaman ürettiğimizden fazla tüketiyorsak da Türkiye buğdayı genelde işleyip ihraç etmek için ithal eder. Nitekim 2020 yılında 9 milyon ton civarında kaliteli buğday ithal edip ve işleyerek, yüzde 60’lık bir katma değer artışıyla 165 ülkeye un, makarna, bulgur, irmik ve bisküvi olarak ihraç etmiştir. Ülkemiz bugün Avrupa’da ikinci, dünyada dördüncü en büyük makarna ihracatçısı konumundadır.

Bu konu aslında reeksportun bir alt uygulamasıdır. Birçok batı ülke ekonomisinin, Hong Kong’un, Singapur’un yıllık ihracatlarının reeksport bazlı olduğu bir gerçek. Türkiye coğrafi konumu, tarihi ve kültürel bağları nedeniyle reeksport potansiyeli çok yüksek bir ülkedir. Bu aşamada birçok tarımsal ürün işlenerek ihraç edilebilir. Türk girişimcilerinin bu yönde cesaretlendirilmeleri, bilgilendirilmeleri ülke ekonomisi açısından çok önemlidir. Mevcut ihracatçılarımız dışındaki potansiyel girişimcilerimizin, uluslararası ticaret konusunda farkındalık yaratma çerçevesinde ilgili bakanlık ve sivil toplum kuruluşlarının ellerini taşın altına koymaları gerekmektedir.

Hollanda’nın ithal ettiği narenciye miktarı tükettiğinin kat kat fazlasıdır. Çiçek üretiminin çoğu Afrika ülkelerinde gerçekleşmektedir. Uluslararası birçok tohumculuk firması ıslah materyalini ülkemizde üretmektedir. Hasat zamanın oldukça kurak olması nedeniyle bazı firmalar melez mısır ve ayçiçeği tohumluğunun ilk generasyonununu (F1) ülkemizde üretip, tohumu dünyaya pazarlamaktadırlar[1]. Ve Türkiye’nin ihraç ettiği tohumluğun değerinin yarısı mısır ve ayçiçeğine aittir. Bu olanaktan yararlanarak kuzey ülkelerinin yeni yerel tohumculuk firmalarının tohum çoğaltma, generasyon atlama gibi işlemlerinin Türkiye’de gerçekleştirilmesi daha da yaygınlaştırılabilir. Böyle bir gelişme, genç tohumculuk firmalarımız için yararlı olabilecektir.

Nazimi Açıkgöz

Not 1: Dahilde işlem rejiminin uygulaması Ticaret Bakanlığınca yapılması nedeniyle dahilde işleme rejimi, tohumculuk firmalarının ilgisi çekmemiş olabilir. Bir seri avantajı ile bu uygulamanın tohumculukla da başlatılması, uygulanıyorsa daha da yaygınlaştırılması amacı ile “Tohumculukta Dahili İşleme Rejimi” konulu bir yazı ele alınacaktır. Bu konuda katkısı olabilecekler, görüşlerini 532 375 66 31’a whatsapptan aktarabilir.

Not 2: Bu yazının bir özeti “Tarımda Dahilde İşlem Rejimi” başlığı ile http://blog.milliyet.com.tr/tarimda-dahilde-islem-rejimi/Blog/?BlogNo=634328 de yayınlanmıştır.


[1] http://blog.milliyet.com.tr/tohumda-ortadogu-liderligi/Blog/?BlogNo=621548

Çiftçiye Daha Çok Nasıl Destek Olabiliriz

Tarımsal üretimde ana öge ekilip biçilecek tarla-bahçe-arazidir.  Ülkemizde ekilmekte olan arazi varlığına bir göz attığımızda, 2000 yılındaki 18,1 milyon hektar arazinin 2020 yılına gelindiğinde 15,3 milyon hektara gerilemesi (Grafik), yani son 20 yılda ekim alanlarımızda %15’lik bir azalması düşündürücüdür. Bu olgunun ana nedeni çiftçi sayısındaki azalmaya dayandırılabilir mi?

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) verilerine göre, Türkiye’de 2009 yılında 1160692 olan çiftçi sayısı 2021 Haziran’ında 541346’ya düşmüştür. Bu da son 12 yılda kayıtlı çiftçi sayısının %47 sinin tarımsal üretimden ayrıldığını göstermektedir.

Bu rakamların, bir çoğumuzu tarımımızın geleceği açısından endişelendirdiği muhakkak. Peki çiftçilerimize, tarımımıza katkı sağlayacak görüşler üretemez miyiz? Çiftçimizin en büyük sorunu girdi masraflarıdır. Mazotu, ilacı, gübresi, tohumu tek tek dövize endeksli yüksek maliyetli bu ögelerden burada, TOHUMCULUĞA odaklanmaya çalışalım. Çiftçiyi destekleyen, onlara olanaklar sağlayan, onların üretkenliklerini ve kazançlarını maksimuma çıkartabilen bir yurt dışı organizasyon yumağı resmine şu linkle bir göz atalım: “https://nacikgoz.wordpress.com/2021/09/28/kaliforniyada-celtik-ciftcisinin-yaninda-kimler-var”.

ABD’de Kaliforniya çeltik üretimi, ülkemiz tarımına da örnek olacak bir organizasyonla sürdürüle gelmektedir. Verilen linkte ARGE’den ihracata uzayan çeltik tarımının tüm aşamalarına katkıları olan ve bir tarla-demonstrasyon gününe katılımcıları taşıyan otobüsün arkasında listelenen organizasyonların listesi görüntülenmektedir. “Kaliforniya Çeltik yetiştiriciler Birliğinin Araştırma Birimi”, “Çeltik Araştırma Vakfı” (çeltikle ilgili araştırma ve araştırıcıları da destekler), “Kaliforniya Çeltik Araştırma Kooperatifi”, (CALIFORNIA COOPERATIVE RICE RESEARCH FOUNDATION, INC), “Çeltik Araştırma İstasyonu”, “Kaliforniya Çeltik Komisyonu”, “Kaliforniya Üniversitesi”, “Çeltik Konseyi” ( ), “AB tarım Bakanlığı”.

ABD çeltik ekim alanı 1,3 milyon hektardır ve bu alanın 200,000 hektarı Kaliforniya’da bulunur. Bu, Türkiye çeltik ekim alanının yaklaşık iki katıdır. 2500 civarındaki çeltik çiftçisinin etrafı onlara destek veren onlarca kuruluşça kucaklanmıştır. Özellikle çeltikle ilgili araştırmalara ve çeşit geliştirmesine yönelik desteklerle üretici, tohum-çeşit konusunda adeta hiçbir sorun yaşamadan üretimini sürdürmektedir.

Değişik yöntemlerle çeltikten para kazanan tüccarların da elini taşın altına koymasıyla kurulan Bigg’teki yerel Çeltik Araştırma İstasyonu, Kaliforniya’da ekilen tüm çeşitleri bizzat geliştirmiş olup, hiçbir çiftçi tohum için herhangi bir yabancı çeşit sahibi firmaya-ülkeye royalite-ıslahçı hakkı ödememektedir. Burada hemen belirtelim, ülkemizdeki tohumların-çeşitlerin %50’den fazlası yabancı kaynaklıdır ve royalite ödenmektedir[1].

  • Gerçekten de tohumculuğumuz sihirli bir el beklemektedir. Çünkü: Günümüzde Tarım ve Orman Bakanlığınca tescil edilen tarla bitkileri, toplam tescilli çeşitlerin ancak %25’ini oluşturmakta. Bu oran meyvelerde %49, sebzede %4 dür;
  • Tahıl gurubunda kullanılan tohumlarımızın %35’i yurtdışı kaynaklıdır ve bunlar koruma altında olduğundan yüksek miktarlarda royalite-ıslahçı hakkı ödenmektedir;
  • Değişen tüketici tercihleri, gittikçe etkisini artıran iklim değişimleri[2], tohumculukta hemen hemen her tür için yeni genotip-çeşitlerin geliştirilmesini, çiftçiye sunulmasını gerektirmektedir.

Ülke tohumculuğu köklü değişimlere, yeni stratejilere gereksinim duymaktadır. Çünkü:

  • Tohumculuğumuzda genitör-gen materyali sorunu, var olan alt yapımızla (başta insan) pek çözülecek gibi görünmüyor.  Koruma altına alınmış 1067 çeşidin %42’si yerli, geri kalan %58’i yabancı uyrukludur.
  • Söz konusu çeşitlerden sadece %0,8 i üç üniversiteye aittir;
  • Birçok tohum firması tescil ettirdikleri-koruma altına aldırdıkları yabancı çeşitler için yıllardır milyonlarca dolar royalite- ıslahçı hakları ödemektedirler;
  • Bitki ıslahında süreyi dört yıla indiren CRISPR gibi yeni bitki ıslah teknikleri ile ilgili olarak tohumculukla ilgili birimlerimizde hızlı bir farkındalık yaratmak kaçınılmaz[3];
  • Dünyada tarımsal araştırmalar çok disiplinli olarak yürütülmektedir. Bitki ıslah zincirine moleküler ıslah laboratuvarlarının devreye sokulmasın gerekmektedir;
  • Tohumculuk firmaları çoğunlukla yeni kurulmuş, küçük veya küçük-orta işletmelerdir. Batının köklü firmaları ile rekabet edebilmeleri için, bu firmalara kol-kanat gerecek bir üst kurum gözden kaçmamalıdır. Söz konusu yerli firmaların genetik materyal desteği acil yeni çözümler beklemekte. 

2019 yılında Türk çiftçisinin ana girdilerinden biri olan tohumla ilgili bir haber çok ilgi çekmişti: “Tohumculuğumuzun Ana Sorununa Nihayet El Atılıyor”[4]. Haberde 3. Tarım Orman Şurası 18-21 Kasım 2019 tarihler arasında Ankara’da gerçekleştirildiği, 300’den fazla hedef ve stratejinin belirlendiği Şura’nın Sonuç Bildirgesine değiniliyordu. Bildirgede kararlar 60 maddede toplanmıştı ve konumuzu ilgilendiren 28. madde “Ar-Ge ve inovasyonda kaynakların daha etkin kullanılması için kamu, özel sektör ve üniversiteleri de kapsayacak yeni bir kurumsal altyapının oluşturulması” şeklinde idi.

Batıda tohumculuk firmaları, gereksinim duyulan gen kaynakları ile kamu tarafından desteklenmektedir. Bu amaçla oluşturulan kamu-özel sektör üst kuruluşları, gereksinim duyulan anaç-ebeveynleri, gen-genom analiz sistemleri ile elde ederek tohumcuların hizmetine sunmaktadırlar. Bu ara geliştirilen yeni ıslah teknikleri (CRISPR) ile ıslah süresini de kısaltabilmektedirler. Bu da tohumculuğumuz için yeni bir “çeşit geliştirme stratejisi” geliştirilmesini gerektirmektedir. Burada kamu, üniversite ve özel sektörün bir çatı altında toplandığı, Brezilya’nın EMPREPA[5] benzeri bir “Türkiye Tarımsal Araştırma Kurumunun” bir an önce oluşturulması kaçınılmaz görünüyor.

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti “Tarımımız İçin Yeni Arayışlar” başlığı altında  http://blog.milliyet.com.tr/tarimimiz-icin-yeni-arayislar/Blog/?BlogNo=634028 de yayınlanmıştır.


[1] https://www.tarim.com.tr/Yeni-Bitki-Cesitlerimiz-Pek-De-Milli-Olamayacak,752y

[2] https://geneticliteracyproject.org/2018/10/29/countering-the-impact-of-climate-change-through-new-breeding-techniques/

[3] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2019/10/23/bitki-islahinda-bir-rekor-dorduncu-yilda-yeni-cesit/

[4] http://blog.milliyet.com.tr/tarimda-arge-sorunu-cozuluyor/Blog/?BlogNo=614123

[5] http://blog.milliyet.com.tr/brezilya-tariminin-sirri-arge/Blog/?BlogNo=605287

Gelecekte Gıda Tüketimimiz Ne Yönde Değişecek

Nüfus atışı, küresel ısınma, artan refah seviyesi nedeni ile 2050’lerde, bugünkü üretilen gıda maddeleri miktarının %50-%70 artırılması gerektiği öngörülmektedir. Fakat yarınlarda tüketeceğimiz ana besin maddelerinde aynı oranda değişim beklemeliyiz.

İşte burada tarım stratejistlerinin gelecekte hangi tarım ürününün ne miktarda tüketilmesinin beklendiğini bilme zorunluluğu öne çıkmaktadır. Bu soru başta FAO, Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD), Dünya Gıda Programı (WFP), Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI) ve CGIAR gibi çok sayıda uluslar arası kuruluş raporlarında yanıt bulmaktadır.  Çizelgeden de anlaşılacağı gibi ana ürünlerin 2005, 2006 ve 2007 yıllarında kişi başına yıllık tüketim ortalamaları ile 2050 yıllarında beklenen değerler ele alınmış ve farkların, gözlenen değerlere oranı (%) hesaplanarak son sütundaki çarpıcı verilere ulaşılmıştır. Bu rakamlara dayanarak, hangi ürünlerin daha çok tüketileceği kolayca anlaşılmaktadır. Bu verilere göre gelecekte bazı ürünlerin araştırmasına, yatırımına ve üretimine öncelik verebiliriz.

Ürünler20062050FarkFark%
Tahıllar15816021
Şeker2225314
Baklagiller67117
Bitkisel Yağlar1216323
Et-Balık39491026
Süt Ürünleri83991619
K.Kalori2772307029811

Bu verilerden hareketle, ülkemiz tarımında nasıl bir yeniden yönlendirme yapmamız gerekebilir sorusunu yanıt arayalım.

  • Önce kişi başına yıllık kilokaloride beklenen artışa bir göz atalım: 2772’den 3070’e çıkması beklenen bu enerjinin karşılanması için, gerek bitkisel ve gerekse hayvansal gıda tüketiminde artışlar yaşanacağı ve bu nedenle söz ürünlerinde, salt günlük kalori gereksinimini karşılamak için %11 lik bir artış sağlamak zorundayız. Nüfus artışı ayrıca
  • Tahıl tüketiminde sanki bir değişim olmayacakmış gibi görünen “%1” aslında biraz yanıltıcı. Çünkü Çin gibi yüksek nüfuslu bir ülke hızla buğdaydan pirince geçişi izlediğimiz bu günlerde, tahılların içinde ayrı bir değerlendirme yapılmasını zorunlu kılıyor. Nitekim Türkiye’de de kentleşmeden de kaynaklanan nedenle, yıllık kişi başına pirinç tüketiminin son 30 yılda iki misline çıktığına bu linkte detaylı olarak değinmiştir.  
  • Kişi başına yıllık şeker tüketiminin belirtilen süre içerisinde 22 kg. dan 25 kg. a çıkmasının beklenmesi sakın şeker pancarı üreticilerini sevindirmesin. Çünkü şeker kaynağı olarak şeker kamışı öne çıkacaktır. Hatta şeker pancarı, ekim alanı daralacak tek kültür bitkisi olacaktır.
  • Baklagil tüketiminde bir kg.lık artış aslında bu gurup bitkilerin %15 artışı anlamına gelmektedir. AB 7. Çerçeve araştırma projelerinde bilme dayalı biyoekonomik projelerinde önceliği baklagil ağırlıklı bitkilere vermiştir. Bu yaklaşımda ilke, Akdeniz diyetinin temel gıdası olan bu ürünün, özellikle kuzey Avrupa’ya yayılması ve sağlıklı beslenme açısından toplumuna sahip çıkarken, sağlık giderlerini de azaltmaktı. Sulanır alanlarımızdaki genişleme nedeniyle, ekim alanları daralan mercimek, nohut gibi ürünlerde artık kendine yeterli olamayan Türkiye’nin baklagil üretiminde bir hamle yapması, araştırma ve destek programlarında yenilemeye gitmesi yararlı olacaktır.  
  • Çizelgede en fazla artış beklentisi bitkisel yağlarda izlenmektedir. İthalatçısı olduğumuz bu katagori için Türkiye’nin özel stratejiler geliştirmesi gerekecektir.
  • Et ve süt konusu tartışılmaz tüketimi artması beklenen ana gıda kaynaklarıdır. Çiftlik balıkçılığının hızla arttığı ülkemiz bu konuda farkına varmadan gerekeni yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Batı ülkelerinde hızlı bir şekilde devreye giren bitki bazlı et konusunda Türk gıda sanayicilerinin dikkatlerinin çekilmesi yararlı olacaktır[1].

Bu gıda katagorilerinin beklenen artışlarına göre her ülkenin gerekli yatırım ve araştırmalara yeniden yön vermesi gereği karşımıza çıkıyor. Peki, politikacısından bürokratına, bilim adamından, yatırımcı özel sektörüne bu detaylara ne oranda vakıfız? Geleceğin planlanmasında zaten adı geçen şahıs ve birimler değil de “düşünce kuruluşları” görev üstlenmişlerdir.

Daralacağı beklenen ekim alanlarına karşın daha fazla üretmek için birim alandan daha fazla verimi sağlayacak biyoekonomik araştırmalar için bütün ülkeler adeta yarış içindedirler. Diğer taraftan küresel ısınma ile birlikte oluşacak koşullara uyabilecek yeni çeşitler[2] için her ülke bitki ıslahına yönelik çok farklı sistemler-stratejiler geliştirmek zorundadırlar. Nitekim BRIC ülkeleri tarımsal araştırma sistemlerini adeta yeniden yapılandırmışlardır. BREZİLYA tohum ıslahının önemini fark eden ilk gelişmekte olan ülke olarak- Tarım Bakanlığı, Tohumculuk sektörünü ve Üniversiteleri Tarımsal Araştırma Konseyi “EMBRAPA” adı altında toplamıştır. Bu kuruluş Brezilya’nın birçok üründe dünya pazarında lider olmasını sağlarken, yalnız “çeşit geliştirme” ile de kalmamıştır. Geliştirilen çeşitler öylesine agronomik olanaklara fırsat yaratmıştır ki, üreticisine bir yılda iki soya ve bir yılda “buğday + soya” yani aynı araziden yılda iki ürün alma fırsatı sağlamıştır[3].

Hindistan tarımsal araştırmalarını ICAR (Hindistan Tarımsal Araştırma Konseyi) 59 enstitüsü,  69 Ziraat Üniversitesi ve  636 istasyonu ile  onlarca kültür bitkisinde biyotek çeşit adayları ile ülkenin yarınları için gerekli yeni çeşit gereksinimini karşılamaktadırlar (http://www.washingtonbanglaradio.com/content/14886714-new-paradigms-agricultural-research#ixzz2qmhyxNrv).

Peki, Türkiye onlarca Ziraat Fakültesinde (biyoloji bölümlerini de unutmayalım) çalışan binlerce araştırıcıyı devreye sokmayarak, yani bir ulusal “Tarımsal Araştırma Konseyini” hala kurmadan geleceğin yeni çeşitlerini nasıl geliştirecek? Batıda var olan özel bitki ıslahı kuruluşları genelde Üniversite kaynaklı “melek yatırımcılarca”  kurulmuştur. Tabii ki Üniversitenin devrede olmadığı genetik çalışmalar, gerekli yarı-yol materyali sağlayamayacaktır. İşte royalite de (ıslahçı hakkı) ödenerek ithal etmek zorunda kaldığımız TOHUMUN çözülemeyen sorunu burada başlıyor.

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının özeti “http://blog.milliyet.com.tr/yarin-hangi-gida-ne-oranda/Blog/?BlogNo=633840linkinde yayınlanmıştır.


[1] https://nazimiacikgoz.wordpress.com/2021/01/20/bitki-bazli-etler-ne-derece-gercek-etin-yerini-tutar/

[2] https://www.yazarportal.com/ab-tariminin-gelecegi-icin-nasil-hazirlaniyor/185230/

[3] http://blog.milliyet.com.tr/2030-larda-dunya-tarimda-neler-bekleniyor/Blog/?BlogNo=553627

Transgenik Buğday da Çiftçinin Hizmetine Sunuluyor

Buğday, mısır ve çeltik dünyayı besleyen en önemli kültür bitkileridir. Birçok dönem ticari savaşlarda başrol oynayan buğdayın Pandemi döneminde önemi daha çok ortaya çıkmıştır.

Son yıllarda öne çıkan küresel ısınma, her üründe olduğu gibi buğdayda da verimde düşmelere neden olmaktadır. Dünya buğday gereksinimi yıldan yıla artarken, daralma eğilimindeki ekim alanları karşısında artan dünya nüfusunu doyurmak için daha yüksek verimli çeşitlere gereksinim vardır. 2050 yıllarında yıllık 900 milyon tonluk tüketimi tahmin edilen bu ürünün (grafik!), tüketim gereksinimini karşılamak için her yıl %2 daha fazla ürün kaldırılması zorunluluğu karşısında, biyoteknolojik yöntemler öne çıkmıştır. Kurağa dayanıklı yeni çeşitlerin ıslah edilerek üretime kazandırılması için gen aktarma (GMO), gen düzenleme gibi yöntemlerle buğday ıslah programları başlatılmıştır.

Transgenik buğdayla ilgili olarak 2013 yılından beri Avrupa’da 34, Amerika’da 419 tarla denemesi yürütülmüştür. Bu çalışmalarda amaç başta yüksek verimli çeşitlerin ıslahı olmak üzere, yabancı ot ilaçlarına, mantari hastalıklara (özellikle fusarium), virüslere ve zararlılara dayanıklı çeşitlerin geliştirilmesidir. Ayrıca kurağa, sıcağa ve tuza dayanıklılık da hedeflenmiştir. Çölyak hastalara özel gliadin taneden uzaklaştırılmış, yüksek lisin içeren genotiplerin geliştirilmesi ise daha çok ABD üniversitelerince üstlenilmiştir.  İngiltere ise geliştirdiği afite (tanede sıvıları emen böcek) dayanıklı buğday çeşidinde, biri naneden, biri toprak bakterisinden üçüncüsü de sentetik biyoloji yöntemiyle geliştirilen üç ayrı gen kullanmıştır. Birçok araştırmacı ise glüten, fitaz gibi enzimlere, lif içeriği gibi kaliteye yönelik hedeflere odaklanmıştır. İşte bu aşamada, Amerika’da yapılan çalışma ile glysophata dayanıklı bir buğday çeşidi geliştirilmişse de tüketici tercihi ve ihracat engeline neden olacağı için ticarileştirilmemiştir.

Pamuk, mısır, soya ve kolzanın transgenik çeşitlerinde yaşanan ekonomik artıları izleyenler, hemen hemen her bitki türü için biyoteknolojiye sarılıp yeni çeşitlerin geliştirilmesi için yatırımlara başlıyorlar. Nitekim muz, patlıcan, lahana, karnabahar, nohut, mısır, bamya, çeltik, sorgum, şekerkamışı, domates gibi bitkilerde virüse, bakterilere, zararlılara, kurağa ve yabancı ot ilacına dayanıklılık konularında birçok ülke transgenik çeşitlerle ilgili ıslah çalışmalarında tescil aşamasına kadar gelmişlerdir. 2019 verilerine göre GDO’lu ürün ekiliş alanları 190 milyon hektarı aşmıştır. Bu da dünya ekim alanlarının %14’ü demektir.

2020 yılında bir Arjantin firması genetiği değiştirilmiş bir buğday çeşidini tescil ettirdi. Kurağa dayanıklı ve yüksek verimli bu çeşitteki HB4 geni ayçiçeğinden gelmektedir. Her ne kadar üretim tescili gerçekleştirilmişse de bu ürünün Brezilya Biyogüvenlik Kurulunu onayını alınması beklenmektedir[1]. Arjantin’in dünyanın 5. Buğday ihracatçı ülkesi olarak ana ticari partneri komşusu Brezilya’dır.

Transgenik buğdayın, yukarıda adı geçen biyotek tarım ürünlerinden çok daha geç devreye girmesindeki nedenlerden biri de kendine döller (autogam) olmasının yanında, ağırlıklı olarak (3/4) insan tüketimine yönelik olmasıdır.  Bilindiği gibi diğer bir kendine döller soya, genelde yem olarak tüketildiğinden bundan 15-20 yıl önce transgenik olarak üretime girmişti. Burada kendine döllerliğe bir açıklık kazandıralım: Kendine döllenen bitkilerde tohum bir önceki üründen elde edilebildiği için, çeşit sahibi tohumcu firmanın her yıl tohum satamaması, yani royalite (ıslahçı hakları) açısından yeterli kazanç sağlayamaması söz konusudur. Fakat bu konu ekim sözleşmeleri ile çözülebilmektedir. 

Özellikle iklim değişimi karşısında AB’nin güney ülkeleri buğday çiftçileri için kurtarıcı olabilecek bu gelişmelerden nasıl yararlanacakları soru işaretidir. Türkiye’nin de içinde bulunduğu tüketimine izin verilen GDO sisteminde üretime yasak getirilmiş olması ne derece ticaridir?

Vavilov gen merkezlerinden biri olan Türkiye, en önemli 29 kültür bitkisinin 485 yabani akrabasının en yoğun olarak belirlendiği coğrafyalar[2] sınıflandırıldığında tek ülke olarak saptanmıştır.  Bu bilgiler iklim değişikliği çerçevesinde kurtarılmalarına öncelik verilecek yabani akrabaların belirlenmesi amacıyla yapılan bir araştırmaya dayanmaktadır. Buradan kendine döllenen bir bitki olmasına rağmen, Türkiye’de transgenik buğdaya izin vermenin, biyoçeşitlilik açısından doğru olmayacağını ortaya koymaktadır[3].

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti http://blog.milliyet.com.tr/gdo-bugday-da-tarlalarda/Blog/?BlogNo=632078 de yayınlanmıştır


[1] https://riotimesonline.com/brazil-news/brazil/brazil-may-have-its-first-transgenic-wheat/

[2] http://dapa.ciat.cgiar.org/distributions-and-conservation-concerns-for-the-wild-relatives-of-major-crops-mapped-2/

[3] Açıkgöz N. 2011. Transgenik Buğdaya Türkiye’nin Yaklaşımı Ne Olmalıdır? (http://yariningidasorunlari.blogspot.com/2011_07_01_archive.html)

AB Tarımının Geleceği İçin Nasıl Hazırlanıyor

AB geleceğine yönelik sürdürülebilir sosyal ve ekonomik arayışlarını birçok başlık altında derledi. İlk olarak da 2019 yılının Ekim ayında Avrupa Yeşil Mutabakat (European Green Deal) paketini resmileştirdi. Bu paket “Temiz enerji”, “Sürdürülebilir sanayi”, “İnşaat”, “Tarladan çatala”, “Kirliliğin ortadan kaldırılması”, “Sürdürülebilir hareketlilik” ve “Biyoçeşitlilik” başlıklarından oluşmaktadır. AB komisyonu 20 Mayıs 2020 tarihinde “sürdürülebilir gıda sistemleri” çerçevesinde “tarladan çatala” ve “sağlıklı ve çevre dostu gıda” konularının detaylarını açıkladı. Yeni gıda sistemine geçişle çevresel, sağlık sosyal faydalar ve ekonomik kazanımlar sağlanabileceği ve Covid-19 krizinden kurtulmada etkili olunabileceği beklenmektedir. Burada gıda üretimi ve tedarikinin çeşitli boyutları: 1. nötr veya olumlu bir çevresel etki; 2. yeterli, besleyici ve sürdürülebilir gıdaya erişim ve 3. Gıda temininde adil bir ekonomik ortamın sağlanması şeklindedir.

Tarım sektörünün daha sürdürülebilir hale getirilmesi için şu eylemler belirlenmiştir[1]: CO2 emisyonlarının ortadan kaldırılması, enerji verimliliğinin geliştirilmesi, 2030 yılına kadar kimyasal pestisitlerin kullanımının %50 azaltılması, 2030 yılına kadar gübre kullanımının en az%20 azaltılması, daha sürdürülebilir bir hayvan sektörü, hayvan refahı ve bitki sağlığı için önlemler,  2030’a kadar çiftçilik ve su ürünleri yetiştiriciliğinde AB’nin antimikrobiyal satışlarının %50 azaltılması, 2030’a kadar organik tarım alanlarında %25′ ve organik su ürünleri yetiştiriciliğinde belirli bir artışın olması vs.

İklim değişiminin Avrupa tarımına bir seri avantaj getireceği beklenmektedir. İlk aşamada yetiştirme sezonunun uzayacağı, artan sıcaklıklarla daha önce Avrupa’da yetişmeyen ürünlerin devreye gireceği bir gerçek. Tabii ki değişen iklimle hastalık ve zararlıların da kuzeye taşınacağı unutulmamalıdır.

Diğer taraftan yüksek sıcaklık, kurak ve diğer olumsuz hava koşulları Avrupa’nın güneyi için pek olumlu gözükmüyor. Yüksek sıcaklık, kurak ve olumsuz hava koşullarının tarımsal ürünlerde verim düşüklüğüne neden olacağı bir gerçek. Hatta ileriki yıllarda tarım alanlarının daralacağı beklenmekte. Nitekim Fransız bağ sahipleri Birleşik Krallıkta bağ tesisleri şimdiden başladı bile.

İşte bu değişimlerin bitki ve hayvan yetiştiriciliğinde yeni hedeflerin belirlenmesini gerektirmektedir. Yarının değişen koşullarına adapte olacak yeni çeşitleri geliştirmek üzere bitki ıslah kuruluşları şu hedeflere odaklandılar bile:

  • Hastalık ve zararlılar gibi canlılara karşı dayanıklı;
  • Kurak, su baskını ve tuz gibi cansız etmenlere karşı dayanıklı ve;
  • Bitki besin maddelerinden azami yararlanabilen yeni çeşitler ıslah etmek.

Ortak Tarım Politikası (OTP), 2014-2020 yılları arasındaki yedi yıllık süre için planlanmıştı[2]. Başarısı nedeniyle 2021-2027 yıllarını kapsayan ikinci bir yedi yıllık uygulama için hazırlıklar başlatılmış olmasına rağmen mevzuatların uzunluğu yerine ilk OTP’nin iki yıl uzatılması kaçınılmaz olmuştur. Bu çerçevede müzakereler devam ederken, üye devletlerin ulusal uygulama planlarını 2021’in sonundan önce Avrupa Komisyonu’na bildirmeleri gerekmektedir.

OTP çerçevesinde doğrudan desteklerin yanında dolaylı destekler sınırlı kalmakta idi. 2019 yılında bu durum %76 ya %24 olmuştu. Özellikle ekolojik dengeyi öne çıkararak söz konusu oranlarda değişiklikler beklenmekte olup bu değişimle yıldan yıla dolaylı destek artırılacaktır. 

Doğrudan ödemelere hak kazanabilmek için çiftçilerin çevre koruma alanındaki bazı temel gerekliliklere uymasını şart koşar:

  • Ekilebilir arazinin en az yüzde üçünün biyoçeşitlilik için üretken olmayan arazi olarak ayrılması;
  • Çayırlar ve turba toprakların korunması.

Dolaylı desteklerin verilmesi için:

  • Tarlalarda %3’ün üstünde ekilmeyen alanlar bırakılarak biyoçeşitliliğin devamlılığının sağlanması,
  • Çayır ve meralarda da biçilmeyen veya otlatılmayan alanlarla biyoçeşitliliğe olanak tanınması,
  • Ekim nöbetlerinde (münavebe) en az %10 baklagillere yer verilmesi,
  • Biyolojik çeşitliliği artırmak için kalıcı otlakların daha seyrek biçilmesi veya daha az hayvanın otlatılması
  • Tarımsal ormancılık sistemlerinin oluşturulması,
  • Sentetik-kimyasal bitki koruma ürünlerinden uzaklaşılması gerekmektedir.

Avrupa tarımını desteklerken, ekolojiyi önde tutmakta ve üreticisine yaptığı doğrudan ve dolaylı destekleri yıldan yıla artırmaktadır.

Türkiye’de ise tarımsal destekler artış görüntüsü vermemektedir. 2021 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nda belirtilen “Tarımsal Destekleme Bütçesi 2020 yılında, On Birinci Kalkınma Planı hedefleriyle uyumlu olarak bir önceki yıla göre yüzde 29,4 oranında artırılmış ve 21,97 milyar TL’ye ulaşmıştır. 2021 yılında ise bir önceki yıl seviyesi korunarak 22 milyar TL olarak öngörülmüştür” (Yıllık enflasyon!)

2006 yılında çıkarılan 5488 sayılı Tarım Kanunu’nun 21. maddesindeki tarımsal desteklemeler için bütçeden ayrılacak kaynağın milli gelirin %1’inden az olamayacağı hükmüne rağmen, verilen desteğin milli gelire oranı yıllara göre %0,4-0.6 aralığında kalmıştır.

Mazot desteğindeki durum daha da ilginçtir.  2020 yılında 2 milyar 901 milyon TL iken, 2021 yılında 2 milyar 724 milyon TL’ye düşürülmüştür. Yurt dışına bağımlı olduğumuz mazotta dövizdeki ciddi artışa karşın desteğin %6,1 oranında azaltılması kabul edilemez. Yıl içinde yakıta yapılan zamlara hiç değinmeyelim.

Nazimi Açıkgöz

Not: Bu yazının bir özeti http://blog.milliyet.com.tr/iklim-degisiminde-ab-tarimi/Blog/?BlogNo=631453 portalında yayınlanmıştır.


[1] https://www.euractiv.com/section/agriculture-food/news/organic-farming-improved-but-still-flaws-with-traceability-eu-auditors-find/

[2] The common agricultural policy at a glance | European Commission (europa.eu)

Genel kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »